Türkiye'nin iç siyasetinde yaşanan son fırtınalar, aslında çok daha büyük ve karmaşık bir bölgesel denklemin sadece birer yansıması olabilir. Cumhuriyet Halk Partisi'ni hedef alan yargı kararları, siyasetin dizayn edilme çabaları ve hukuk devletinin askıya alınması iddiaları, Türkiye'yi hem içeride sarsıyor hem de dış politikada atılacak kritik adımların zeminini hazırlıyor. Anayasa Mahkemesi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarının bile yok sayıldığı bir ortamda, Türkiye'nin parlamenter demokrasiden giderek totaliter bir yapıya evrildiği endişesi derinleşiyor. Bu durum, sadece siyasi arenada değil, ekonomide de ağır yükler oluşturarak vatandaşın cebini doğrudan etkiliyor ve bu gelişmelerin ardında kamuoyundan gizlenen şaşırtıcı detaylar yatıyor.
Bu çalkantılı iç siyaset ortamında, bölgesel denklemi derinden etkileyecek bir başka gelişme daha yaşandı. Milliyetçi Hareket Partisi'nin (MHP) başvurusu üzerine, Meclis'ten dört veya beş milletvekilinden oluşan bir heyetin İmralı'ya giderek Abdullah Öcalan ile görüşmesinin kesinleştiği iddiaları Ankara kulislerini hareketlendirdi. Bu adım, "çözüm süreci" olarak bilinen ve uzun süredir rafa kaldırılan bir dönemin yeniden canlanması anlamına gelebilir. Den Parti Diyarbakır Milletvekili ve gazeteci Cengiz Çandar'ın ifadelerine göre, MHP'nin hukuk beyni sayılan Fethi Yıldız'ın bu konudaki çağrısı, Devlet Bahçeli'nin süreci güvence altına aldığına dair önemli bir işaret olarak yorumlanıyor. Ancak Çandar, komplo teorilerinden hoşlanmasa da, iktidar kanadının anketlerdeki oy kaybı nedeniyle süreçten vazgeçme eğiliminde olduğu ve CHP'yi komisyondan çıkarmaya çalıştığı yönündeki söylentilerin yabana atılmaması gerektiğini belirtiyor. Zira CHP'nin komisyonda olmaması, sürecin siyasi olarak ciddi şekilde sakatlanması ve anlamsızlaşması sonucunu doğurabilir. Yeniden Refah Partisi'nin Öcalan'la görüşülmesi durumunda komisyondan çekilebileceklerini açıklaması ve CHP'nin de kendisine yönelik hukuksuzluklar karşısında İmralı görüşmelerine sıcak bakmayabileceğine dair sinyaller, sürecin kırılganlığını gözler önüne seriyor. Çandar'a göre, bu görüşmeler mutlaka gerçekleşmeli ve Dem Parti'nin yalnızca bir aracı parti olmaktan çıkarak, komisyonun doğrudan Öcalan ile görüşmesi, sürecin sağlıklı ilerlemesi için hayati önem taşıyor.
İç siyasetteki bu hareketlenmelerin yanı sıra, Türkiye'nin Suriye politikası da her zamankinden daha karmaşık bir düğüm haline gelmiş durumda. Dışişleri Bakanı Hakan Fidan ve Cumhurbaşkanı Erdoğan'dan gelen Suriye Demokratik Güçleri'ne (SDG) ve genel olarak Kürtlere yönelik sert ve tehditkar mesajlar, bölgedeki tansiyonu artırıyor. Cengiz Çandar'ın Süleymaniye ve Erbil'deki yakın zamanda gerçekleştirdiği temaslar, Suriyeli Kürt liderler Salih Müslim ve Foza Yusuf ile yaptığı görüşmelerde, Şam ile Rojava'nın anlaşabileceği ancak Ankara'nın ciddi dayatmalarının olduğu gerçeğini ortaya koydu. Bu durum, çözümün önündeki en büyük engellerden biri olarak duruyor ve sahadaki gerçeklerin, Ankara'dan veya dünya başkentlerinden görünenlerden çok farklı olduğunu gösteriyor.
Suriye'deki olaylar zincirinde bir dönüm noktası, 13 Temmuz 2025 tarihinde Suveyda'da Dürzilere karşı cereyan eden olaylardır. Cengiz Çandar, bu hadiseleri Suriye'de yaşanan her şeyin bir miladı olarak nitelendiriyor. Londra merkezli Suriye İnsan Hakları Gözlem Evi'nin verdiği rakamlara göre, bu olaylarda ve daha önceki operasyonlarda, özellikle Aleviler ve Dürziler gibi azınlıklara yönelik olmak üzere 10.600'ün üzerinde insan hayatını kaybetti. Bu kayıplar, Şam'daki rejimin ülkeye tam olarak hükmetmediğini ve üzerine yatırım yapılmasının isabetli olmayacağını açıkça gösterdi. Bu trajik olaylar, ABD'nin Suriye politikasında da dramatik bir değişikliğe yol açtı. Daha Haziran ayında Türkiye'yi destekleyen ve Kürtlere bağımsız devlet vaat etmediklerini söyleyen dönemin ABD Suriye Özel Temsilcisi Tom Barak, 13 Temmuz olaylarından sonra ağız değiştirerek Suriye'de federasyona yakın bir yapının oluşabileceğini, azınlıkların korunması gerektiğini ve SDG'nin artık ABD'nin müttefiki olduğunu vurguladı. Bu 180 derecelik dönüş, Suveyda olaylarının uluslararası alandaki yansımalarının ne denli büyük olduğunu gözler önüne serdi.
Bugün Suriye'nin geleceğinde SDG'nin, yani Suriyeli Kürtlerin temsil ettiği özerk yönetimin kilit bir rol oynadığı aşikar. Suriye topraklarının yaklaşık üçte birini ve en önemlisi ülkenin petrol ve tahıl ambarlarını kontrol eden bu yapı, ülkenin ekmeği ve gelirlerinin önemli bir kısmını elinde tutuyor. Mazlum Abdi liderliğindeki SDG'nin askeri güçleri, Amerikan desteğiyle 8-9 yıldır eğitilmiş, IŞİD'le savaşta pişmiş ve sayıları 100 bini bulan savaşkan birliklerden oluşuyor. Öyle ki, Suriye ordusuyla SDG arasında olası bir çatışmada, SDG'nin askeri üstünlük sağlama ihtimali yüksek görülüyor. Ayrıca, SDG'nin sadece Kürtlerden değil, Rakka, Haseke ve Deyrizor gibi bölgelerdeki Arap aşiretlerinden de oluştuğu, hatta yüzde 60'ının Araplardan meydana geldiği belirtiliyor. Bu durum, SDG'nin Suriye'deki diğer azınlıklar (Aleviler, Dürziler, İsmaililer, Hristiyanlar) için bir tür garantör görevi gördüğü fikrini güçlendiriyor. Cengiz Çandar, eğer Kürtler Şam yönetimiyle uzlaşabilirse, diğer azınlıkların da sisteme entegrasyonunun kolaylaşacağını ve Suriye'nin birliğinin ancak bu şekilde mümkün olabileceğini ifade ediyor.
Bu bağlamda, 10 Mart tarihinde Mazlum Abdi ile Ahmet El Şara arasında imzalanan 8 maddelik mutabakat büyük önem taşıyor. Bu mutabakat, Kürtlerin Suriye'deki yapıya entegrasyonunu ve silahlı güçlerini Suriye ordusuna dahil etmesini öngörüyor. Ancak Türkiye'den gelen tepkisel ve tehditkar sözler genellikle bu mutabakata uyulmadığı üzerinden yola çıkıyor. Ankara'nın beklentisi, Kürtlerin yönettikleri alanları terk etmeleri ve silahlarını Şam'a teslim etmeleri yönünde. Oysa Cengiz Çandar, Şam'daki "ordu"nun durumunu sorgulayarak, Selefi örgütlerden gelen 22 üst düzey generalin bulunduğu, Tartus, Laskiye ve Suveyda'da binlerce kişiyi katleden bir ordudan bahsetti. Bu tür bir yapıya silahların teslim edilmesinin akıl dışı olduğunu vurguladı. Çandar'a göre, burada teslimiyet ile entegrasyonu karıştırmamak gerekiyor; Türkiye teslimiyet isterken, Kürtler entegrasyonu savunuyor.
Abdullah Öcalan'ın 2 Mayıs'taki bir telekonferansından sızan zabıtlarda da Suriye konusu önemli yer tutuyor. İddialara göre, Öcalan, PKK'nın kendini feshedip silahlı mücadeleye son verme çağrısından sonra bile, Suriye'deki Kürtlere "yasalar çıkmadan, anayasada yeriniz belli olmadan silahları bırakmak yok" demiştir. Bu durum, Türkiye'de "Öcalan, PKK'ya silah bıraktırsın, bütün bileşenlerini de bağlar" şeklindeki beklentilerin gerçek dışı olduğunu gösteriyor. Zira Suriye'de henüz ortada bir devlet ve gerçek bir ordu yokken, Kürtlerin silahlarını teslim etmesi beklenemez. Şam yönetimi, Kürtlerin askeri güçlerini tümenler halinde dağıtmasını isterken, Kürtler bulundukları bölgede bir kolordu konumunda Suriye ordusunun bir parçası olmayı talep ediyor. Bu teknik ayrıntılar, teslimiyet ile entegrasyon arasındaki temel farkı ortaya koyuyor. Öcalan'ın 2013-2015 çözüm süreci sırasında da Kürtlerin merkeze asimilasyonuna izin verilmemesini "kırmızı çizgi" olarak belirttiği düşünüldüğünde, bugün de Suriye Kürtlerinin benzer bir pozisyonda olduğu söylenebilir.
Bu karmaşık denklemde İsrail faktörünü göz ardı etmek imkansız. İsrail'in Dürzi nüfusu ve bu nüfusun İsrail ordusunda askerlik yapma hakkı, Golan ve Suveyda'daki Dürzi bölgeleri arasındaki geçişkenlik, İsrail'in bölgedeki etkinliğini artırıyor. Şam rejiminin mezhepçi ve katliamcı politikaları nedeniyle, Dürzi liderlerin İsrail'le işbirliği yapmaya teşne olduğu biliniyor. İsrail'in Arap ve Müslüman denizinde kendi varlığını sürdürmek için bölgedeki ülkeleri zayıflatma ve parçalama hesapları olduğu ve bu süreçte Kürtleri bir araç olarak kullanabileceği belirtiliyor. Hatta sosyal medyada, İsrail ile işbirliği yapmadıkları gerekçesiyle Abdullah Öcalan'a, Dem Parti'ye ve PKK'ya yönelik ağır saldırıların olduğu da dile getiriliyor. Ancak Cengiz Çandar, Türkiye'nin bu tehlikeli oyuna mahal vermemek adına, Kürtleri İsrail'in piyonu gibi görmekten vazgeçmesi ve Suriye Kürtlerinin hamisi konumuna geçerek Şam yönetimiyle aralarında bir mutabakat sağlanmasına yardımcı olması gerektiğini savunuyor. Bu sayede, Kürtlerin İsrail'e doğru itilmesinin önüne geçilebilecektir. Çandar, Kıbrıs Türklerine nasıl bakılıyorsa, Suriye Kürtlerine de aynı gözle bakılması gerektiğini ve onları Türkiye vatandaşlarının kardeşleri olarak kabul etmenin hayati önem taşıdığını vurguluyor.
Son olarak, Adalet ve Kalkınma Partisi sözcüsü Ömer Çelik'in "Suriye'de ademi merkeziyetçi bir yönetim (Kuzeydoğu'da) terör devleti olur ve izin vermeyiz" şeklindeki açıklaması, büyük tartışmalara yol açtı. Bu açıklama, akıllara 1990'lı yılların başlarında Irak Kürtleri ve Kürdistan Bölgesel Yönetimi'nin şekillenmesi sürecini getiriyor. O dönemde de Türkiye'de Irak'ta bir Kürt federasyonuna karşı büyük itirazlar ve engelleme çabaları vardı. Ancak aradan geçen zaman içinde, bugün Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi ile Türkiye arasında çok yoğun siyasi, stratejik ve ekonomik ilişkiler gelişmiş durumda. Cengiz Çandar'a göre, Suriye için de benzer bir durumdan bahsediyoruz. Çandar, Suriye'nin merkeziyetçilikle dikiş tutmadığını, 14 yıllık iç savaşın ve ülkenin dağılma halinin tam da bu katı merkeziyetçi yapıdan kaynaklandığını vurguluyor. Baas elbisesinin yerine İslami bir libas giyilse de, aynı totaliter yapı ve bakış açısıyla Suriye'ye hükmetme çabasının başarısız olacağını belirtiyor. Suriye'nin tarihi gerçekliği (Osmanlı döneminde Suriye diye bir yerin olmaması, Sykes-Picot ile ortaya çıkması ve çok farklı etnik/mezhepsel grupları barındırması) göz önüne alındığında, merkeziyetçi bir yapının sürdürülemez olduğu anlaşılıyor. Bu nedenle, Türkiye'yi yöneten iradenin ve karar vericilerin zihin kalıplarını 180 derece değiştirerek ademi merkeziyetçi bir yapıyı desteklemesi gerektiği, aksi takdirde Suriye'nin dikiş tutmayacağı ve yeni savaşlara davetiye çıkaracağı uyarısı yapılıyor. Türkiye'nin, Suriye'deki Kürtleri kendi vatandaşlarının kardeşleri gibi görerek, Şam yönetimiyle aralarındaki bir mutabakatın sağlanmasına aracılık etmesi, hem bölgenin istikrarı hem de Türkiye'nin kendi güvenliği açısından hayati önem taşıyor.