Türkiye'nin yakın tarihi, derin izler bırakan, karanlık ve sancılı sayfalarla dolu. Ancak bazı olaylar var ki, aradan onlarca yıl geçse de ne hafızalardan silinebiliyor ne de toplumsal vicdanda kapanan yaraları tam anlamıyla iyileşebiliyor. İşte 6-7 Eylül olayları da, İstanbul'un kalbinde yaşanan, toplumsal hafızada hala kanayan bir yara olarak duruyor. O dönemde yaşananlar, sadece bir yağma ve şiddet eylemi olmanın çok ötesinde, nesiller boyu sürecek bir travmanın ve korkunun tohumlarını ekti. Kimine göre organize bir kumpas, kimine göre ise devlet eliyle planlanmış bir nefret suçu olan bu olaylar, Türkiye'nin farklı kültür ve inanç renklerini sonsuza dek değiştirdi. Bugün bile, o gecenin tanıkları ve onların çocukları, geçmişin gölgesi altında bir varoluş mücadelesi veriyor.
Tarihçiler ve uzmanlar, 6-7 Eylül olaylarının, Türkiye Cumhuriyeti'nin en karanlık şiddet eylemlerinden biri olduğunu net bir şekilde ifade ediyorlar. Bu hadisenin basit bir tahrik sonucu ortaya çıkan bir tahribat fotoğrafı olmadığını, aksine devlet içerisindeki bir kadro tarafından planlı ve programlı bir şekilde organize edildiğini vurguluyorlar. Hatta, olayın "iyi hazırlanmış, çok güzel kurgulanmış, kumpası ona göre ayarlanmış bir hadise" olduğunu belirten uzmanlar, dönemin hükümet yetkilileri, Başbakan Menderes ve Celal Bayar'ın da başlangıçta "biraz bir şeyler olsun, gözdağı verelim, Kıbrıs'ı hatırlatalım" düşüncesinde olduklarını ancak olayların bu kadar fazla büyüyeceğini tahmin etmediklerini aktarıyorlar. Olaylar, Rumca'da ve bütün Yunan kültüründe "Septemvriana" olarak biliniyor ve asırlar boyunca İstanbul'da yaşamış bir toplumun kültürünün, varlığının, mezarlarının, kiliselerinin, bütün hatırasının bombalandığı bir gün olarak tarihe geçti.
Olayların yaşandığı gece, binlerce insan büyük bir şevkle tahribata girişti. Özellikle Beyoğlu hattı, yaşanan şiddet eğiliminin en yoğun olduğu bölgelerden biriydi. Bu nedenle, 6-7 Eylül olayları, belki de dünyanın en iyi dokümante edilmiş programlarından biri olarak nitelendiriliyor. Ancak tanıkların aktardıkları, dokümantasyonun ötesinde, insanın ruhuna işleyen detaylar barındırıyor. O günleri yaşayan bir tanık, sokaklarda kendilerine "Makarios" ya da "gavur" denildiğini, "vatandaş Türkçe konuş" şeklinde uyarıldıklarını hatırlatıyor ancak yine de böylesi bir felaketin akıllarına gelmediğini belirtiyor.
Yaşanan şiddetin boyutları, görgü tanıklarının ifadeleriyle daha da sarsıcı bir hal alıyor. Bir aile büyüğü, babasının yanında çalışan Giritli Panayot Usta'ya gelip, "Bu akşam siz bize misafir olur musunuz? Ben sizi almaya geldim. Hanımı alın, çocukları alın, bize gidelim. Niçin? Eh, belki bir tatsızlıklar, bir şeyler olur. Biz de daha güvendesiniz" dediğini, bu davetin aslında yaklaşan felaketin bir habercisi olduğunu anlatıyor. Başka bir tanık ise, olayın yaşandığı gün annesinin teyzesiyle Tarabya'da oturduklarını ve eşiyle yeni evli olduklarını aktarıyor. Kocasının birden benzi solmuş, korkmuş bir halde gelerek, "Kalkın kalkın gidelim, İstanbul'da büyük şeyler oluyor" dediğini anlatıyor. Birkaç saat sonra toplu toplu geçen insanların bağırdıklarını, sopalarla okula gidip camlarını kırdıklarını ve artık bunların Tarabyalı olmadığını dile getiriyor.
Şiddet sadece evleri ve dükkanları hedef almakla kalmadı, kutsal mekanları da vurdu. Tam denizin dibindeki Aya Yorgi Kilisesi'nin ateşe verildiği ve içeride bulunan Derkon Metropoliti Yakovos'un yanmaktan son anda kurtarıldığı belirtiliyor. Tanığın anlattığına göre, Metropolit kömürlükte mahsur kalmış, yangın nedeniyle yukarıdan, demir pencereler nedeniyle de arkadan çıkamamış. Bir baltayla duvarlar kırılarak demir parmaklıklar yerinden sökülmüş ve yalvaran Metropolit alevlerin arasından çekilerek kurtarılmış. İstanbul'da Beyoğlu hattı başta olmak üzere, neredeyse yanmayan kilise kalmadığı, girilen kiliselerin içerisinden çalmak için değil, yakmak için girildiği vurgulanıyor. Mezarlıklardan çıkarılan cenazeler, cesetler ve hatta Balıklı'da öldürüldüğü çok net olan bir din adamının varlığı gibi tüyler ürpertici detaylar, uzmanlar tarafından dile getiriliyor ancak bu tür "ağır suçların" konuşulmaktan kaçınıldığı ifade ediliyor. Hayatını kaybeden din adamları ya da cinsel istismara uğrayan kadınlar gibi meselelerin toplum tarafından dile getirilmesinin tercih edilmediği, çünkü bunların "çok daha ağır suçlar" olduğu belirtiliyor.
Bu olaylar, nesilden nesile taşınan derin bir korkuyu da beraberinde getirdi. O günleri yaşamış insanlar ve onların birinci kuşak çocukları, hep bu korkuyu taşıdı. Güzel bir dönem bile yaşamış olsalar, "bunun arkasında mutlaka kötü bir şey gelecektir" endişesi ve kaygısıyla yaşadıkları, bu durumun adeta "mukaddes bir korku" gibi nesiller boyu aktarıldığı anlatılıyor. Bir tanık, oğluyla dışarı çıktıklarında Türkçe konuşmamasını öğütlediğini, çünkü konuştuğu zaman dönüp bakıldığını ve "Vatandaş Türkçe konuş!" denildiğini aktarıyor. Türkiye'nin o gece renklerini kaybettiği söylenirken, aslında Rumların sadece bir renkten ibaret olmadığı, İstanbul'un kültürü, tarihi, geçmişi ve geleceği olmak istedikleri ancak bu süreçle beraber koparılıp atıldıkları vurgulanıyor. Bugün herkes "keşke gitmeselerdi" dese de, uzmanlar Rumların "gitmediğini, gönderildiğini, hatta bir bölümünün kovulduğunu" hatırlatıyor.
İstanbul'daki tahribatın sadece maddi olmadığını, çok büyük bir sosyolojik tahribat yarattığını dile getiren uzmanlar, bu travmayla yaşamak zorunda kalan veya gitmek zorunda bırakılan binlerce insanın, çok büyük maddi ve manevi değerlerini, hatta aile mezarlarını terk ederek gitmek zorunda kaldıklarını belirtiyorlar. Bu süreç sonucunda Rum toplumu "büsbütün azaldı". Bir tanık, annesi ve dayısı patrik olduğu için İstanbul'da kalmak zorunda kaldıklarını ifade ediyor ve bu karardan pişman olmadığını çünkü gidenlerin de ne kötü bir tepki gördüğünü ne de büyük bir yardım veya kucak açma gördüğünü dile getiriyor. Toplumun, 6-7 Eylül sonrasında veya 1964 olaylarında ya da önceki felaketlerde Rum toplumunun başına gelenler karşısında sokağa dökülmediği veya destek mesajları göndermediği, konu faillik olduğunda ise hiç kimsenin hatırlamak istemediği, babasının bir yağmacı veya pogroma katılmış biri olduğunu bilmek istemediği vurgulanıyor. Uzmanlar, asıl faillere ulaşmanın ve onların anlatılarını dinlemenin, nasıl katıldıklarını ve sonrasında nasıl cezasız kaldıklarını anlamanın çok önemli olduğunu belirtiyorlar.
70 sene sonra bugün, Rum toplumu küçük bir topluluk olarak varlığını sürdürme mücadelesi veriyor. Canla başla emek veren, tarihi kurumlarını yaşatmaya çalışan ve büyük bir özveri içinde bulunan bu toplum, geçmişin hatıralarının, problemlerinin ve sıkıntılarının adeta tutsağı gibi yaşıyor. Bu durumdan arınmalarını sağlayacak siyasi imkanların yaratılması gerektiğini düşünüyorlar. Hatta, bir tanık, Yunanistan'ın kendilerine "üvey anne gibi davrandığını", hiçbir zaman kucağını açıp "hoş geldiniz" demediğini, yardım etmediğini belirterek, kendilerini arada, muallakta kalmış üvey çocuklar gibi hissettiklerini ve "Ben kimim?" sorusunu sorduklarını dile getiriyor. Çünkü Yunanistan ile Türkiye kavga ettiğinde tokadı hep kendilerinin yediğini acı bir şekilde ifade ediyorlar.
Son beş yıl içerisinde, Türkiye'de ve dünyada tarihi travmalarla yüzleşme, azınlık hakları ve geçmişle hesaplaşma konularında genel bir farkındalık artışı gözlemlense de, 6-7 Eylül olaylarının en karanlık ve kabul görmesi en zor yönleri hakkında toplumsal diyalogda hala derin bir sessizlik hakim. Öldürülen din adamları, cinsel istismara uğrayan kadınlar gibi uzmanlar tarafından altı çizilen "ağır suçlar" ve bu suçların failleri, son beş yılda da ne resmi kanallardan ne de geniş kamuoyu nezdinde yeterince konuşulmamış, bu konularda hesap verilebilirlik anlamında somut ve anlamlı bir ilerleme kaydedilememiştir. Geçmişin faillerinin anlatıları ve cezasızlıklarının nedenleri hâlâ aydınlatılmayı beklerken, Rum toplumu, bu korkuların ve sıkıntıların "tutsağı" olmaktan kurtulmalarını sağlayacak siyasi imkanların yaratılması çağrısını sürdürmektedir. Bu da, maalesef, bu özel meselede henüz beklenen "arınma" ve tam yüzleşme sürecinin başlamadığını göstermektedir.