Tren raylarında yankılanan tekerlek sesleri, bozkırın sonsuzluğunda bir nehir gibi akıp giderken, o mavi gözler ufka dalmıştı. Hastalığın buğusuyla soluklaşmış olsa da, o bakışlarda bir ulusun kaderini şekillendirecek kararlılık parlıyordu. Mustafa Kemal Atatürk, 1938 yazının o kavurucu günlerinde, doktorların yatak istirahati uyarılarını hiçe sayarak Adana'ya doğru yola çıkmıştı. Karaciğerindeki gizli fırtına, karnını şişirip dayanılmaz ağrılarla onu sarsarken, yüreğinde bambaşka bir ateş yanıyordu: Hatay'ı kurtarmak. Bu, onun "şahsi davası"ydı; kırk asırlık Türk yurdunun düşman elinde kalmasına izin vermeyecekti. O tren yolculuğu, sadece bir seyahat değil, bir milletin bağımsızlık mücadelesinin son perdesiydi. Tolstoy'un Anna Kareninası gibi, trenler onun için hikâyeler anlatırdı – gençlik anıları, yoksulluk günleri, Cumhuriyet'in doğuşu... Ama bu seferki hikâye, Hatay'ın özgürlüğüydü.
Hatay meselesi, Türk tarihinin en karmaşık ve en duygusal sayfalarından biriydi. Her şey, 1919'daki Sivas Kongresi'nde başlamıştı. Mondros Ateşkes Antlaşması'nın 30 Ekim 1918'de imzalanmasıyla, vatanın parçalanması kapıdaydı. Kongre delegeleri, net bir karar almıştı: "Mondros Ateşkes Antlaşması'ndaki hududumuz içinde kalan vatan parçası bir bütündür." Bu, Hatay dahil tüm Misak-ı Milli sınırlarını kapsıyordu. Zaferler zinciriyle ilerleyen Türk ordusu, Lozan Konferansı'na İsmet İnönü'nün başkanlığındaki TBMM heyetiyle gitmişti. Milli Misak'ın büyük kısmı gerçekleşmiş olsa da, Batı Trakya, Musul, Kerkük ve elbette Hatay gibi bölgeler yarım kalmıştı. Lozan'da, 1923'te, Hatay Türkiye'nin milli sınırlarının dışında bırakılmıştı. Suriye ile Türkiye arasındaki sınır tespiti çalışmaları uzadıkça uzuyor, Fransız işgali altında inleyen Antakya ve İskenderun halkı umutsuzluğa kapılıyordu. Atatürk, bu adaletsizliği kabullenmemişti. 30 Mayıs 1923'te, direktifleriyle Antakya-İskenderun Havalisi Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti kurulmuştu. Bu cemiyet, Hataylı Türklerin sesi olacaktı; bağımsızlık ateşini körükleyecekti. Atatürk'ün zihninde, Hatay her zaman birinci öncelikti. Kırk asırlık Türk yurdu düşman elinde kalamaz, derdi o, sesinde bir fırtına gibi esen kararlılıkla. Bu söz, sadece bir ifade değil, bir manifesto gibiydi; Hatay'ı vatan toprağına katma yeminini simgeliyordu.
Yıllar geçti, diplomasi masaları kuruldu, ama Hatay hâlâ Fransız mandası altındaydı. Milletler Cemiyeti'ne taşınan dava, uluslararası arenada yankılanıyordu. Atatürk, Ankara'daki Fransa Büyükelçisi'ni karşısına aldığında, gözlerinde o tanıdık parıltı vardı. Hatay benim şahsi davamdır. Şakaya gelmeyeceğini bilmelisiniz... Bu uyarı, Fransız diplomatik çevrelerini sarsmıştı. Artık anlıyorlardı ki, Türkiye Hatay için her türlü fedakârlığa, hatta silah gücüne başvurabilirdi. Diplomatik satranç tahtasında Atatürk, hamlelerini ustalıkla yapıyordu. Hataylıların talepleri, cemiyetin raporları, Türk basınındaki haberler... Hepsi birleşince, Fransa köşeye sıkışmıştı. Ama bu zafer, masada değil, sahada kazanılacaktı. Atatürk, 1 Kasım 1936'da Türkiye Büyük Millet Meclisi'ni açış konuşmasında meseleyi netleştirmişti: Milletimizi gece gündüz meşgul eden başlıca büyük mesele, gerçek sahibi öz Türk olan İskenderun ve Antakya çevresinin geleceğidir. Bunun üzerinde ciddiyet ve kesinlikle duruyoruz. Bu sözler, meclis sıralarını inletmişti; Hatay, artık bir ulusal dava olarak taçlanmıştı.
1938'e gelindiğinde, Atatürk'ün bedeni isyan bayrağını çekmişti. Ocak ayında, Bursa'da Merinos Fabrikası'nın açılışı için Yalova'ya gittiğinde, kendini muayene eden Prof. Dr. Nihat Reşat Belger korkunç bir gerçeği fark etmişti: Karaciğer büyümüş, sertleşmişti. Ankara'dan aceleyle çağrılan Dr. Neşet Ömer İrdelp de aynı teşhisi koymuştu. Sirozun ilk belirtileriydi bu; ölümcül bir hastalık, sessizce ilerliyordu. Doktorlar yatak istirahati emretmiş, tedavilere başlamıştı. Ama Atatürk, bu emirlere kulak asmadı. 2 Şubat'ta Merinos Fabrikası'nın açılış törenini izlemekle kalmamış, akşamki baloda zeybek oynamıştı. Dans ederken yüzünde o gülümseme, ama içindeki fırtına... Hatay sorunu, o günlerde zirveye tırmanıyordu. Cumhurbaşkanlığı görevlerini aksatmadan sürdürürken, en çok Hatay'a odaklanmıştı. Hasta görünmemek için bütün gücünü topluyordu; çünkü zayıflık, diplomaside lüks değildi. 28 Şubat 1938'de, Balkan Dışişleri Bakanları'na verilen yemekten önce burun kanaması geçirdi. Bu, hastalığın ilk dışa vurumu olmuştu. 30 Mart'ta, resmi bir bildiriyle halka duyuruldu: Atatürk'ün rahatsızlığı. Ama o, pes etmedi. Hatay için her girişimde bulunabileceğini dünyaya göstermek istiyordu.
19 Mayıs 1938, Gençlik ve Spor Bayramı törenlerinden hemen sonra, doktorların tüm itirazlarına rağmen trene bindi. Adana'ya, oradan Çukurova'ya... Bu, ölümünden önceki son büyük yolculuğu olacaktı. Tren, onun için her zamanki gibi bir hikâye anlatıyordu: Cumhuriyet'in raylarında ilerleyen bir ulusun öyküsü. Yanındakilere dönüp, Tren yolculuğunda okunacak en güzel kitaplardan biri Tolstoy’un Anna Karenina romanıdır, demişti. Vronsky ile Moskova Tren İstasyonu’nda karşılaşan ve yine yaşamına bir tren istasyonunda son veren Anna Karenina... Gözleri buğulanmıştı; hastalık mı, yoksa Hatay özlemi mi? Bozkırın derinliklerine bakarken, Tren, fark etmeseniz de size bir hikaye anlatır, diye eklemişti. Belki gençliğinizi, belki ailenizden miras anıları; yoksulluğu, memleketi, cumhuriyeti... Bu kadar güçlü bir simgenin böyle güzel bir rotayla kesişmesinin sonucudur Doğu Ekspresi. Bu sözler, sadece edebî bir sohbet değil, içindeki umudu yansıtıyordu. Hatay'ı alacağına dair engin bir inanç...
Çukurova gezisi, beş gün süren bir destandı. Ağır hasta olmasına rağmen, askeri birlikleri tek tek denetledi. Adana'da, Mersin'de düzenlenen geçit törenlerini ayakta izledi; dimdik, sarsılmaz. Yorulduğunu hissettiğinde, askeri geçidin sonuna doğru, Marş-marş ile geçsinler, diye emir verdi. Benzi iyice solmuş, alnından soğuk terler akıyordu. Burnundaki kanamalar sıklaşmıştı; her damla, bedenin isyanıydı. Ama amacı belliydi: Bütün dünyaya, "Ayaktayım, Hatay davasından vazgeçmem," demek. Bu gezi, diplomatik bir şovdu; Fransa'ya, Milletler Cemiyeti'ne, dünyaya... Türk ordusunun gücü, Hatay sınırlarında hissediliyordu. Ve o günlerde, mucize gerçekleşti. Fransa ile yapılan anlaşma gereğince, Kurmay Albay Şükrü Kanatlı kumandasındaki Türk birlikleri Hatay'a girdi. 13 Temmuz 1938'de, beklenen adım atılmıştı. Seçimler 13 Ağustos'ta yapıldı; Hataylılar iradesini ortaya koydu. Hatay Cumhuriyeti kuruldu ve Tayfur Sökmen, cumhurbaşkanlığına seçildi. Atatürk, bu gelişmeleri yatakta, ama gururla takip ediyordu. Ölümünden önce, Hatay'ın özgürlük yolunda attığı adımları görmek, ona tarifsiz bir mutluluk vermişti.
Hatay'ın tam zaferi, Atatürk'ün mirasıyla taçlandı. 23 Haziran 1939'da, Hatay Meclisi Türkiye'ye katılım kararını aldı. 29 Haziran'da, bayraklar değişti; Hatay, vatan toprağı oldu. Atatürk, 10 Kasım 1938'de aramızdan ayrılmış olsa da, bu zafer onun eseriydi. Hasta yatağından yönettiği diplomasi, Benim şahsi davam, diye haykırdığı o azim... Bugün, Hatay'ın her köşesinde o ruh yaşıyor. Türk milleti, liderinin fedakârlığını unutmaz; çünkü o, sadece bir toprak parçası için değil, bir ulusun onuru için savaştı. Hatay'ı kurtaran, tren raylarında başlayan o hikâye, hâlâ ilham veriyor. Kırk asırlık yurdun bekçisi, sonsuza dek dimdik ayakta.





