İslam toplumu içerisinde derin yankılar uyandıran ve asırlardır süregelen yanlış anlaşılmaları gün yüzüne çıkaran kritik bir tartışma yükseliyor. Dini inançların temel taşlarından sayılan şefaat, şehadet ve şehitlik kavramları, öyle zannedildiği gibi basit anlamlar taşımıyor; aksine, Kuran'ın ışığında bambaşka ve çoğu zaman şaşırtıcı bir gerçekliği gözler önüne seriyor. Yüzyıllardır süregelen geleneksel yorumların gölgesinde kalmış bu kavramlar, modern dönemde sorgulanmaya başlandıkça, İslam'ın özüne dair hayati sırları da beraberinde açığa çıkarıyor. Bu derinlemesine inceleme, sizi bildiğiniz her şeyi yeniden düşünmeye davet ediyor.

Kavramların en başında gelen Şefaat, yani aracı olma, yardım etme meselesi, düşündüğümüzden çok daha farklı bir çerçevede ele alınıyor. Esas itibarıyla şefaat sözcüğü, bir şeyi benzeri bir başka şeye eklemek, onu desteklemek, çiftlemek ve esirgemek anlamlarına geliyor. Hakkı Yılmaz'ın açıklamalarına göre, halk arasındaki yaygın kullanımı ise bir kimsenin bağışlanmasını istemek, birinden başkası için iyilik yapmasını rica etmek, onun zararına olan davranışlardan vazgeçmesini dilemek veya birinin işinin görülmesi için aracı olmak şeklindedir. Hatta hukukumuzda bile "şüfa hakkı" olarak bilinen ön alım hakkı, bir maldaki hissedarın diğer hisseyi kendine ekleme, bütünlük sağlama prensibine dayanır ki bu da şefaatin öz anlamıyla birebir örtüşmektedir. Nisa Suresi'nin 85. ayeti, iyiliğe aracı olana da kötülüğe aracı olana da bir pay düştüğünü açıkça belirtiyor. Yani, bir kimsenin iyilik yapmasına vesile olan kişi ödüllendirilirken, kötülük yapmasına yol açan kişi de günahına ortak oluyor. Hakkı Yılmaz'ın vurguladığı gibi, dünyevi anlamda herkes birbirine şefaat edebilir, iyiliğe veya kötülüğe aracı olabilir; burada herhangi bir sakınca bulunmuyor.

Ancak meselenin "kırmızı çizgi" diye tabir edilen en can alıcı noktası, ahiret şefaati olduğunda tablo tamamen değişiyor! Ahirette kesinlikle şefaatin sadece ve sadece Allah'a ait olduğunu belirten Hakkı Yılmaz, kimsenin, ne bir peygamberin ne de bir başka insanın ahirette bir başkasına şefaat etmesinin söz konusu olmadığını kati bir dille ifade ediyor. Halk arasında yaygın olan, Peygamber Efendimiz'e atfedilen veya Allah'ın O'na şefaat yetkisi verdiği yönündeki inançlar, Kur'an ayetlerinin çarpıtılması ve Peygamber adına uydurulmuş hadislerden türemiş tamamen Kuran'a aykırı bir durum olarak nitelendiriliyor. Bu anlayışın, Peygamberi adeta Allah'tan daha merhametli bir konuma yerleştirdiğini, Allah'ı acımasız, Peygamberi ise kurtarıcı gösteren bir portre çizdiğini dile getiren Yılmaz, bunun İslam'ın özüne aykırı olduğunu belirtiyor. Hakkı Yılmaz, ahirette makamların, unvanların hiçbir değerinin olmadığını, Peygamberin dahi kendi hesabını vereceğini ve hesap derdine düşeceğini hatırlatarak, küçük çocukların veya Allah dostu olduğuna inanılan kişilerin şefaat edeceği yönündeki inançların da yalandan başka bir şey olmadığını söylüyor.

Bir diğer temel kavram olan Şehadet, Türkçe karşılığıyla tanıklık, aslında eksiksiz bilgiye sahip olmayı ve bu bilgiyi var ederek açıklamayı ifade ediyor. Hakkı Yılmaz'a göre, şehadet, sadece bir şeyi görmek, duymak veya okumakla yetinmek değil, o konuda tam ve kusursuz bilgiye sahip olmak ve bu bilgiyi gerektiğinde duyurmak, kullanmaktır. Bir olay anında tam bilgiye sahip olan ve bunu ilgili makamlara eksiksiz aktaran kişiye "şahit" denmesi de bu anlamdan geliyor. Eksik veya yarım yamalak bilgiyle şahitlik edilemeyeceği gibi, bilginin evde gizli kalması da şehadet değildir.

Allah'ın Sünneti ve Kur'an'daki Gerçek Anlamıyla Sünnetullah
Allah'ın Sünneti ve Kur'an'daki Gerçek Anlamıyla Sünnetullah
İçeriği Görüntüle

Peki ya her Müslümanın dilde söylediği Kelime-i Şehadet? İşte burada da büyük bir yanlış anlama olduğu ortaya çıkıyor! "Eşhedü en la ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abduhu ve Resulü" cümlesi, Hakkı Yılmaz'ın ifadeleriyle, Kuran'da "Kelime-i Şehadet" adıyla geçmeyen, insanların dini basite indirgemek için uydurduğu bir kavram. Bu cümle, yabancı birisinin İslam'a giriş anahtarı olarak görülse de, işin aslı çok daha farklı. Gerçek şehadet, Allah'tan başka ilah olmadığı ve Muhammed'in O'nun kulu ve elçisi olduğu konusunda derinlemesine, eksiksiz bilgiye sahip olmak ve bu bilgiyi kalben tasdik ederek tüm şirki, küfrü, münafıklığı reddetmektir. Yılmaz, "La ilahe illallah" gibi bir imanın, sadece dilde söylenen, anlamı bilinmeyen bir ifadeye dönüşmesinden dolayı binlerce insanın hala ateist olabildiğine dikkat çekiyor. Her rekatta Kelime-i Şehadet getiren ancak anlamını bilmeyen milyonlarca insan, aslında gerçek bir tanıklıkta bulunmuyor. Kuran, bilgilenmiş, araştırmış, iyice öğrenmiş insanların hak peygamberi ve indirilen kitabın hak olduğunu görebileceğini vurgulayarak, bilginin şehadetin temelini oluşturduğunu açıkça belirtiyor. Yani, Müslümanlık, yüzeysel bir inanç değil, üzerine düşünen, araştıran, itirazlara ve sorulara cevap verebilecek ölçüde bilgili olmayı gerektiren bir tavırdır.

Ve geldik Şehit kavramına! Halk arasında Allah yolunda ölenler için kullanılan "şehit" unvanı, Hakkı Yılmaz'ın açıklamalarıyla Kuran'ın kullanımından tamamen farklıdır. Kuran, Allah yolunda ölenlere "şehit" demez; onları saygın, örnek ve milletleri motive eden insanlar olarak tanımlar. Hakkı Yılmaz'ın ifadesiyle, "Onlara öldü demeyin" ifadesi, bu insanların heder olmadığını, Allah katında canlı olduğunu vurgular, ancak onlara "şehit" adını vermez. Kuran'da geçen Şehit sözcüğü, tanıklığın en iyi derecesi olup, Allah'la ilgili en iyi bilgiye sahip olan, yani Allah bilgisini en üst derecede taşıyan ve bu bilgiyi yayan kişiler için kullanılır. Allah'ın arşını taşıyanlar veya ilmiyle amel eden Bilginler, Kuran'da şehit olarak nitelendirilenlerdir. Bugün dini kitaplarda geçen suda boğulan, ateşte yanan, bulaşıcı hastalıklardan ölen veya kanunla şehit ilan edilenler gibi geniş şehitlik tanımları, Kuran'ın öngördüğü şehitlik anlayışından uzaktır.

Bu derinlemesine inceleme, İslam'ın temel direklerini oluşturan bu üç kavramın, geleneksel inanışların ötesinde, Kuran'ın özgün ve çarpıcı mesajlarıyla yeniden yorumlanması gerektiğini gözler önüne seriyor. Gerçek iman, yüzeysel bir kabullenişten ziyade, derinlemesine bir bilgi birikimi, sorgulayıcı bir zihin ve her an, her yerde aynı sağlam duruşu sergileyen bir bilinç gerektiriyor. Bu makale, sadece bir haber değil, aynı zamanda inançlarımızı yeniden gözden geçirmemiz için bir davet niteliği taşıyor.