Günümüz dünyasında, insan davranışları ve inanç sistemleri arasındaki keskin farklılıklar, özellikle "dindarlık" kisvesi altında yaşanan ikiyüzlülükler, derin bir sorgulamayı beraberinde getiriyor. Görünürde her şey yolundaymış gibi dururken, perdeler arkasında bambaşka bir tablonun ortaya çıkması, bizi gerçek imanın ne olduğu üzerine düşünmeye zorluyor. Peki, gerçekten dindar addedilen bir birey, kimsenin görmediği, tanımadığı bir ortamda da aynı ölçüde imanına sadık kalabiliyor mu? Bu soru, "Uyanış Sohbetleri" serisinin 73. bölümünde ele alınan, İslam dünyasında büyük yankı uyandıran bir konuyu gündeme taşıyor.

Değerli izleyicilere seslenen Hakkı Yılmaz, bu önemli sohbetinde, "Gaybta Allah'a Haşyet Duyma" kavramını tüm boyutlarıyla açıklıyor. Yılmaz’ın belirttiğine göre, bu kavram, özellikle Kâf Suresi’nde vurgulanan ve müminlerin cennetle ödüllendirilecekleri nitelikler arasında başı çeken bir vasıf. "Rahman'a, yani yarattığı bütün canlılara dünyada çokça merhamet eden Allah'a, görülmediği, duyulmadığı, sezilmediği yerlerde bile saygıyla, sevgiyle, bilgiyle ürperen ve gönülden bağlı olan herkes için söz verilendir" diyerek bu derin imanın tanımını yapıyor. Bu, sadece toplum içinde veya bilinen bir çevrede değil, ıssız, tenhalarda, kimsenin tanımadığı bölgelerde bile Allah'a karşı beslenen sevgi, saygı ve ürpertiyi ifade ediyor. Cenab-ı Hak, bu niteliğe sahip olanlara cennetin "uzak değil, yaklaştırıldığını" müjdeliyor, yani cennete girme imkanının onlara altın tepside sunulduğunu belirtiyor.

Cennet ve Cehennemin Ebediliği Üzerine Derin Teolojik Tartışma
Cennet ve Cehennemin Ebediliği Üzerine Derin Teolojik Tartışma
İçeriği Görüntüle

Ancak Hakkı Yılmaz, İslam toplumunun genel bir manzarasına baktığımızda, bu ideal durumdan ne kadar uzaklaşıldığını acı bir şekilde gözler önüne seriyor. Yılmaz'ın tespitlerine göre, tanındığı ve bilindiği toplumlar içerisinde dindar ve muhafazakar geçinen birçok kişi, tanınmadığı veya bilinmediği bir başka yere geçtiği zaman dindarlıklarından ve mütedeyyinliklerinden eser kalmıyor. Bu durumun, gerçek imandan ziyade taklidi bir dindarlığın göstergesi olduğunu vurguluyor. Oysa Kur'an'ın öngördüğü, kişinin her zaman ve her yerde, yani gaypta da Allah'a karşı aynı iman ve haşyet duygusunu taşımasıdır.

Yılmaz, söz konusu ikiyüzlülüğü somut örneklerle destekleyerek dinleyicilerini dehşete düşürüyor. Orta Doğu'yu karıştıran Lawrence gibi karakterlerin, Müslüman toplum içinde nasıl kendilerini Müslümanlığa alıştırdıklarını, hatta gece teheccüd namazı bile kıldıklarını anımsatıyor. Toplum içerisinde, Müslüman olmadığı halde şeyhlik makamına kadar yükselen "topal mollalar" gibi örneklerin varlığından bahsediyor. Bununla birlikte, kentinden uzak yerlere gittiğinde otellerde "felekten bir gece çalmaya kalkanlar" ya da uzak doğuya seyahat ettiğinde tanınmadığı için Allah'ın yasak ettiği şeyleri işleyenlerin sayısının oldukça fazla olduğunu belirtiyor. Hatta Yılmaz, kendi çevresinden şahit olduğu, dindar geçinen birinin Ramazan ayında sarhoş halde telekızlarla yaptığı trafik kazası sonucu vefat ettiğini tüm dünyanın öğrendiği acı bir olayı da örnek olarak sunuyor.

Peki, bu sarsıcı tablonun temelinde ne yatıyor? Hakkı Yılmaz'a göre, bu tip davranışların ana kaynağı, Kur'an'a inandığını söyleyen kişilerin Kur'an'ın içeriğini bilmemelerinden kaynaklanıyor. Allah'a şehadet ettiği halde, Allah'la ilgili tanıklığını dahi bilmeyen insanların varlığına dikkat çekiyor. Her şeyin yüzeysele indiğini, "La ilahe illallah" gibi güçlü bir imanın, ilahların hepsini reddetmesi gereken sağlam bir inancın, günümüzde sadece dil ile söylenen, anlamı bilinmeyen bir ifadeye dönüştüğünü üzülerek ifade ediyor. Bu durum, "Allah'a şahitlik" olan şehadetin de sadece kelime-i şehadet getirmekten öteye gidememesi sonucunu doğuruyor.

Bu önemli kavram, yani Rahman'a karşı gaybta haşyet duyma, sadece Kâf Suresi ile sınırlı değil. Hakkı Yılmaz, Kur'an'ın değişik yerlerinde; Mülk Suresi'nde, Enbiya Suresi'nde, Yasin Suresi'nin 11. ayetinde ve Fatır Suresi'nin 18. ayetinde de bu konunun vurgulandığını belirtiyor. Bakara Suresi'nin başlangıcında yer alan "ellezine yine bil gayb" ifadesinin genellikle "gayba inananlar" olarak çevrildiğini, ancak bunun aslında "gaypta da inananlar" şeklinde olması gerektiğini, zira ayetin devamında münafıkların gaypta iman etmediklerinin deşifre edildiğini açıklıyor. Bu, ıssız yerlere gittiğinde bile toplumdaki gibi dindar olabilenlerin var olması gerekirken, çoğunun din ve imandan yoksun kalabildiğini gösteriyor.

Hakkı Yılmaz, bu cehaletin ve yüzeyselliğin giderilmesi için önemli bir çözüm sunuyor. Peygamber Efendimiz'in (s.a.v.) 13 yıl boyunca Mekke'de sadece imanı inşa etmekle, Allah'ın gerçekliğini ve niteliklerini öğretmekle uğraştığını hatırlatıyor. Ardından 10 yıl boyunca toplumsal hayatla ilgilenildiğini belirten Yılmaz, bu durumun önce imanın sağlam bir şekilde inşa edilmesi gerektiğinin altını çizdiğini söylüyor. Nisa Suresi'nde yer alan "Ey iman edenler imanınızı bütünleyin" çağrısına atıfta bulunarak, anlatılan tüm ikiyüzlülüklerin ve günahların, imanın olması gerektiği gibi olmadığından kaynaklandığını dile getiriyor. Gerçek imanın (tahkiki iman) taklit imandan (taklidi iman) ayrıldığını vurgulayarak, herkesin kendi imanını gözden geçirmesi gerektiği çağrısında bulunuyor. Bu, sadece bir ibadeti yerine getirmek değil, her an, her yerde, herkesin gözü önünde veya yapayalnızken bile kalpte taşıdığımız derin bir bağlılık ve saygının ifadesidir.