Değerli izleyiciler, kutsal metinlerin yüzyıllardır süregelen çeviri ve yorum hataları nedeniyle, en temel dini kavramlarımızın bile bambaşka anlamlara kaymış olabileceği gerçeğiyle yüzleşiyoruz. Örneğin, bizde genellikle şüphe, kuşku ya da sanı olarak kabul edilen Arapça kökenli Zan sözcüğü, Arap dilinin orijinalinde hem kesin bilgiyi (yakin) hem de sanıyı ifade eder. Yüce Kitabın ayetlerinde bu iki farklı anlamı ayırt etmek için cümlenin vurgulu (Enne, İnne) veya vurgusuz (en, in) gelip gelmediğine dikkat etmek gerekir; vurgulu gelenler kesinliği, vurgusuz gelenler ise sanıyı ifade eder. Yine hepimizin bildiği Vecih (yüz) kavramı ise, bir kişinin sadece fiziki yüzünü değil, tüm benliğini Allah'a yönlendirmesi anlamına gelir. Bu, ehliyetlerdeki veya pasaportlardaki vesikalık fotoğrafların tüm benliği temsil etmesi gibi, mecazi bir anlatımdır. Ancak son günlerde, tüm bu dilsel nüansların ötesinde, inancımızın en tartışmalı ve korkutucu figürlerinden birinin anlamının kökten değiştiği ortaya konuldu: Zebani.
Alak Suresi’nin 18. ayetinde geçen ve klasik anlayışta hepimizi yanılgıya düşüren bu kritik sözcük, salatı (mali ve zihinsel yönden destek olmayı) engelleyen kişilere musallat edilecek bir ceza unsuru olarak bilinir. Oysa, kutsal metinleri dilsel ve tarihsel bağlamında inceleyen uzman Hakkı Yılmaz, klasik öğretilerin bizi esir aldığını ve zihnimizi kirlettiğini belirterek, bu sözcüğün gerçek anlamının cehennemdeki bekçilerle hiçbir ilgisi olmadığını ifade ediyor. Zebani kelimesi Arap dilinde aslında çoğul bir kelimedir ve tekili Zibniye’dir. Anlamı ise "Dep ediciler" olup, Araplar bu sözcüğü genel olarak polis ya da bodyguard anlamında kullanır. Ancak esas sır, kelimenin kökeninde değil, ayette kullanılan bir dilbilgisi edatında gizli.
Söz konusu ayette, Allah’ın cezalandırma görevini ahiret hayatında değil, dünya yaşamı içinde vereceği kastedilir. Bunun kanıtı, Arapçada yakınlık ifade eden ve fiile bitişik gelen sin (s) edatıdır. Bu edat, eylemin birazdan veya yakın zamanda gerçekleşeceği anlamını katar. Buna rağmen, geleneksel tefsirler, salatı engelleyen kişinin hemen saçından tutulup sürükleneceğini öngörerek derhal bir cezayı ifade eder. Ancak Yılmaz’a göre, Kur’an’ın yeni inmeye başladığı bir dönemde, peygamberin tebliğe yeni başladığı bir zamanda, tehditle, asıp keseceğim gibi ifadelerle karşıya çıkmak Kur’an’ın ilkelerine tamamen aykırıdır.
Peki bu kadar köklü bir kavram hatası nasıl oluştu? Yanıt, Kur’an’ın ilk nüshalarında, yani mushaflarda aranıyor. Bilindiği gibi ilk mushaflar noktasızdı ve harflerin noktaları (B, T, N, Y, Ş, vb. noktaları) çok sonradan, belki de bir asır sonra okumayı kolaylaştırmak için eklendi. Uzmanlar, mushaftaki noktasız yazılar üzerinde derinlemesine düşünerek, geleneksel olarak "sürükleyecek" diye okunan "L nesfe annek" ifadesindeki sin harfinin, aslında üstüne üç nokta konularak şın (ş) harfi olarak okunması gerektiğini öne sürdü. Yani ifadenin "L neşfa annek" diye okunması gerekiyordu.
Bu harf değişimi, ayetin tüm anlamını değiştiriyor. Şefaat sözcüğü, bir şeyi benzeri olan başka bir şeye eklemek, desteklemek, çiftlemek ve hatta esirgemek anlamlarını taşır. Bu bağlamda, "L neşfa annek" okunuşu, salata engel olan adama yönelik bir tehdit değil; aksine, inançsızlara ve engel olanlara yönelik uyarıların kesinlikle kesintisiz devam edeceğinin bildirildiği anlamına geliyor. Yüce Yaradan, Peygamberi teselli ederek, "Sen onları ikna etmek için, uyarmak için, onlar üstüne sürekli ben ayetleri yollayacağım" diyor.
Büyük ifşaat: Kur’an’da geçen Zebani sözcüğü, cehennem bekçileri ya da melekler değil, bizzat Kur’an ayetlerinin kendisidir! Allah, kulluk görevini yerine getirmeyen topluma, öğüdü (Kur'an'ı) göndermekten vazgeçmek yerine, adeta otomatik tüfek gibi, ayetleri tak tak tak indirmeye devam edeceğini bildiriyor. Zuhruf Suresi 5. ayet, İsra Suresi 41. ayet ve Kasas Suresi 51. ayet gibi birçok örnek, Allah’ın hemen cezalandırmak yerine, onların akıllarını başlarına almaları için vahyi ve sözü birbiri ardınca, farklı farklı şekillerde evirip çevirdiğini kanıtlıyor. Bu, Allah'ın rahmetinin bir gereğidir ve inkarcı insana hayatı boyunca sürekli Kur'an ayetlerini yollayarak onun adam olmasını sağlamaya gayret edeceğini gösterir.
Bu kapsamlı analiz, yalnızca Zebani kavramına ışık tutmakla kalmıyor, aynı zamanda Kur’an kavramlarının ne kadar hassas olduğunu da gösteriyor. Örneğin, yine bu kavramlar sohbetinde ele alınan Zaruret sözcüğü, Türkçedeki zarar kelimesiyle aynı kökten gelir ve yapılmadığı takdirde ölüm, sakat kalma veya telafisi zor bir duruma düşme (yani mecbur kalma/çaresizlik) anlamına gelir. Maide, Enam, Bakara ve Nahıl surelerinde geçen bu kavram, yasaklanmış şeylerden, sadece çaresiz kalındığında ve zarureti giderecek ölçüde tüketilebileceğine izin verildiğini ifade eder. Tam zevk ve sefa için değil, mecburiyet miktarınca.
Sonuç olarak, Kur'an ayetlerinin Zebani olarak kullanıldığı bu çarpıcı yorum, Alak Suresi'nin son ayetlerinin mealini de kökten değiştiriyor. Buna göre, Mali ve zihinsel açıdan destek olan toplumu aydınlatmaya çalışan kimseye engel olan kişi, bu engellemesine son vermeyecek olursa; Andolsun Gözünün önündeki yalancı hatalı batıl inançlarına karşı yeni yeni uyarılar gönderilecektir. Bu anlayış, Allah’ın rahmetine ve Kur’an’ın tehdit yerine sürekli uyarı ve öğüt verme tarzına tamamen uyumludur. Klasik ve tehdit odaklı anlayış ise, bu anlatım tarzına aykırı bir kavrayış sunuyordu. Bu büyük kavramsal düzeltmeler, geçmişteki yanlış algıların temizlenmesi ve inancın saf kaynaklarına dönülmesi açısından hayati önem taşımaktadır.