Kur'an'daki ACUZ kelimesi neden hem yaşlı hem genç kadın anlamına geliyor?
Kur'an'daki ACUZ kelimesi neden hem yaşlı hem genç kadın anlamına geliyor?
İçeriği Görüntüle

Dini ve tarihi inançların temelden sarsıldığı, asırlardır sorgulanmayan dogmaların bilimsel gerçeklik karşısında eridiği bir döneme girildi. Kutsal metinleri sadece anlamadan okuyan, hele bir de mealden anlayarak okumaya çalışan milyonlarca insanın zihnini karıştıran kritik bir konu, bu derin sorgulamanın merkezine oturdu. Bu mesele, peygamberin bir gecede Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksa’ya yürüdüğünden bahseden İsra suresinin ilk ayetiyle ilgilidir. İnsanların bu ayeti, genellikle toplumun zihnine yerleştirilmiş olan geleneksel anlatılarla birlikte okuması, coğrafi gerçeklerle ve peygamberin insan olma vasfıyla çelişen devasa bir sorun yaratmaktadır. Bu çelişkiyi, ya zihninde anormallik olanlar ya da iki yüzlülük sergileyerek bunu açığa vurmayanlar dışında, herkesin rahatlıkla düşünebilmesi gerektiği vurgulanmaktadır. Siyasi ve dini otoritelerin yıllardır gizlediği, Miraç masalları olarak toplumlara zerk edilen bu olayın ardındaki gerçekler, Türkiye’nin önde gelen Kur’an araştırmacılarından biri tarafından tüm detaylarıyla ifşa edildi.

Kur’an araştırmacısı Hakkı Yılmaz, kendisine Efe Özen isimli 9 Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi öğrencisi bir gençten gelen, Kur’an’daki bu konunun kafasını karıştırdığına dair soruyu yanıtladı. Efe Özen, peygamberin de kendileri gibi bir insan olduğunu (Furkan 7, 20; Kehf 110; Fusulet 6 gibi ayetlere atıfla) ve aradaki tek farkın vahiy alabilmesi olduğunu belirterek, iki mescit arasındaki kuş uçuşu bile 1000 kilometreden fazla olan mesafeyi normal bir insanın bir gecede (yürüyerek veya o dönemin taşıtlarıyla) kat etmesinin imkansızlığını dile getirdi. Hakkı Yılmaz, bu sorgulamanın haklılığını teslim ederken, cevabın kendi Kur’an çevirisinin (mealinin) farklılığı ve tarihi kaynaklara derinlemesine inilmesiyle ortaya çıktığını belirtti. Hakkı Yılmaz, yıllar evvel bu konuyu Türkiye'de herkesle paylaştıklarını ve farklılığına neden olan belgeleri orijinalleriyle gösterdiklerini aktardı.

Hakkı Yılmaz’a göre, İsra suresinin birinci ayetinde bahsedilen Mescid-i Aksa, bugün herkesin bildiği ve Süleyman Mescidi ya da Beytül Makdis olarak ifade edilen Kudüs'teki Mescid-i Aksa değildir. Kur’an’ın indiği dönemde Arapların bildiği şekliyle, bu ifade, Mekke’nin merkezindeki Mescid-i Haram’a en uzak olan mescidi tanımlıyordu. Tarihi kaynaklar, özellikle Vakidi ve Ezraki'nin Ahbaru Mekke kitabındaki bilgiler, bu gerçeği desteklemektedir. Kâbe’nin bulunduğu alanı (Mescid-i Haram) merkez aldığımızda, bu en uzak mescit, Mekke'nin yaklaşık 6 mil (veya 6-9 kilometre) civarında mesafede bulunan Cirane Vadisi’ndeki bir mescittir. Araplar, bu mescide o gün için "Mescid-i Aksa" yani "en uzak mescit" diyorlardı; zira daha yakınlarda da başka mescitler bulunmaktaydı.

Peygamberin bu mescide yürümesi, ayette geçen ve kesinlikle gece yürüyüşü anlamına gelen "Esra" sözcüğü ile açıklanmaktadır. Peygamber, Alak suresinde belirtilen sıkıntılı bir ay yaşadıktan sonra, akşam saatlerinde Mescid-i Haram’dan Cirane Vadisi’ndeki Mescid-i Aksa’ya yürüyerek gider ve vahyi orada alır. Hatta Hakkı Yılmaz, bu vahyin alındığı yerin koordinatlarının bile Necm suresinde, Mescid-i Aksa’nın yamacındaki Sidre ağacının orada bildirildiğini söyledi. Bu durum, Tıp Fakültesi öğrencisi Efe Özen’in kafasını karıştıran 1000 kilometrelik coğrafi ve mantıksal çelişkiyi tamamen ortadan kaldırmaktadır; zira bu mesafe yürüme mesafesi içinde kalmaktadır.

Hakkı Yılmaz, toplumsal kültüre yerleşmiş olan ve İslamiyet’le alakası bulunmayan Miraç meselesinin (peygamberin göklere çıkarılması masalları) kökenlerine de dikkat çekti. Bu masallar, İbn Sasa adıyla uydurulmuş hadislere dayanmakta olup, içeriğinin %40 ila %50’si Hristiyanların kutsal kitabındaki Paulus’un (Paul) vizyonundan alınmıştır. Geriye kalan kısmı ise Zerdüştlükten gelmektedir. Özellikle Zerdüştlerin Arda Viza adıyla anılan, hatta bize anlatılan Miraç hadislerinden daha detaylı ve iyi kurgulanmış bir masalları olduğu belirtilmektedir. Yine kültürel olarak yerleşmiş olan Mevlit’in (Vesiletü’n Necat – Kurtuluş Yolu) ana temasını oluşturan şeyin bile, Paulus’un İncil’deki Kolosillere yapmış olduğu nasihat olduğu ve bunun dinle imanla hiçbir alakasının olmadığı vurgulanmaktadır.

Ayrıca, Kur’an’ın indiği dönemde Cirane Vadisi’ndeki Mescid-i Aksa'nın yapısı, günümüzdeki camiler veya Kâbe gibi yapılarla karıştırılmamalıdır. O dönemdeki mescitler, basitçe ağaç dallarından yapılmış gölgelikler ve konaklama yerleriydi. Cirane Vadisi ise dışarıdan gelen yolcuların dinlendiği, konakladığı, yiyip içtiği ve sohbet ettiği, suyu olan bir durak yeriydi. Kudüs'teki Mescid-i Aksa’nın hikayesi ise bambaşka bir durumdur. Kudüs’teki mescit, Emeviler döneminde, tamamen siyasi çekişmelerin olduğu bir süreçte, Mescid-i Haram’a bir alternatif olarak inşa edilmiş ve bu amaçla Mescid-i Aksa adı verilmiştir. Bu yapının, Kur’an’daki Mescid-i Aksa ile uzaktan yakından hiçbir bağlantısı bulunmamaktadır.

Peygamberin gece yürüyüşü ve Mescid-i Aksa’nın gerçek konumu hakkındaki bu çarpıcı izahatın hemen ardından, konuyu bir üst seviyeye taşıyan başka bir soru gündeme geldi. Bahadır Tekin isimli bir izleyici, Mekke müşriklerinin de Allah’a inandıklarını, ancak Kur’an’ın birçok ayette onayladığı gibi, onların Allah’a yardımcıları ve aracıları olan ilahlara inandıklarını belirterek, bu durumun çarpık inanıştaki ilah algısı olup olamayacağını sordu. Hakkı Yılmaz, bu aracıların (Min dunillah veya Min dunihi) kendi çevirisinde "Allah’ın asları" olarak geçtiğini belirtti. Yılmaz’a göre, diğer meallerdeki "Allah’tan başkası" çevirisi yanlıştır; çünkü bu, sanki Allah’la işbirliği varmış ama tercih Allah’tan yana yapılmamış gibi bir anlam çıkarmaktadır.

"Ast" kelimesi, en üst makam olan Allah'ın altında yer alan tüm makamları ifade etmektedir. Bu durum, idari makamlarda Cumhurbaşkanlığı makamının en üst makam olması ve onun asları dendiğinde alttaki tüm daireleri ve görevlileri kapsaması, ancak üstünde başka bir makamın olmaması benzetmesiyle açıklanmaktadır. Aynı şekilde askeri makamlarda orgeneral örnek verilerek, onun aslarının altındaki tüm rütbeleri kapsadığı belirtilmektedir. Mekke müşriklerinin sorunu da tam olarak buydu: Allah'a inanıyorlardı, ancak O’nun kendilerini Allah'a yaklaştıracak, torpil geçecek, nazlı hatırı sayılır varlıkların olduğuna inanıyorlardı; bunlar ister ölü, ister diri, ister kabirlerde olanlar olsun.

Hakkı Yılmaz, müşriklerle olan sorunun sadece Mekke müşrikleriyle sınırlı olmadığını, bunun günümüzdeki müşrikler için de geçerli olduğunu vurguladı. Bugün de bazı çevrelerin, kendi kendilerine rütbeler vererek (gavs, kutup, kutbul aktap gibi) Allah tarafından seçilmiş, O'nun sevgilisi olmuş kişilere inandıkları, bu kişilerin şefaat edeceğine, Azrail’in elinden kurtaracağına ve cehennemden çıkaracağına inandıkları belirtilmektedir. İşte bu inançlar, o kardeşimizin tabiriyle Allah'ın asları dedikleri şeylerdir ve İslam, sadece o günkü Lat, Uzza, Menat gibi putları değil, bugünkü bu kişi, kurum, kabir veya türbeleri de kastetmektedir.

Bu durum, ilahlık ve rablik kavramlarının iyi anlaşılmasını gerektirmektedir. Rab, evrenin patronu, yaratılış ve üzerindeki yaşam kurallarını (vahiyleri) koyan patron demektir. Eğer bir kişi, Allah’ın yaşamımıza müdahale etmediğini düşünerek, falanın görüşüne, falanı dinde patron edinmeye, peygamberi, evliyayı, cemaati veya şıhı patron edinmeye yönelirse, işte bu, Allah'ın aslarına gitmek ve Allah’a ortak koşma noktasına düşmektir. İlah ise sorgulamadan, körü körüne itaat edilen varlık demektir.

Özellikle tarikat kültüründe yer alan "itaat-i mutlaka" (sorgulamadan itaat) ve "teslimiyet-i külli" (topyekün teslimiyet), insanların bu yola yönelmesinde kritik bir rol oynamaktadır. Bu teslimiyet, ölü yıkayıcısının elindeki ölü metaforuyla açıklanmaktadır: ölü, yıkayıcının onu sağa sola döndürüp çevirdiği gibi, şıhının karşısında da sorgulamadan tamamen teslim olmalıdır. Toplumda bu şekilde itaat-i mutlaka ve teslimiyet-i külli olarak kabul görenlerin hepsi, Allah'ın asları olarak görülmekte ve bu durum şirk olarak nitelendirilmektedir. Kur’an, kendi düşen ağlamaz diyerek, akıllı bir varlık olan insanın duyduğu her şeyi sorgulaması, en azından dikkate alması gerektiğini, aksi takdirde topyekün yutuyorsa işlerin değiştiğini ve bunun şirke girdiğini net bir şekilde belirtmiştir.

Sonuç olarak, Zümer Suresi'nde belirtildiği gibi, halis din sadece Allah’a aittir. Allah’ın aslarından birtakım yardımcı, yol gösterici, koruyucu ve yakınlar edinerek "bizi Allah’a yaklaştırsınlar diye onlara tapıyoruz, onlara teslim oluyoruz" diyenler, Kur'an'ın Kalem, Müzzemmil, Müddessir ve Allah surelerinde net olarak görüldüğü gibi büyük bir yanılgı içerisindedir. Müslümanlar, bu Allah’ın aslarından olan her türlü kişi ve kurumdan uzak durmalı, hayatlarında onlara yer vermemelidir. Bu tarihi gerçeklerin ve tevhidin doğru anlaşılması, geleneksel masalların ve şirkin tehlikelerinden uzaklaşmanın en kesin yoludur.