Tarihin ve mitolojinin derinliklerine gömülü Zülkarneyn ve Yecüc ve Mecüc anlatıları, yüzyıllardır insanlığın zihnini meşgul eden büyük bir sır perdesiyle örtülüydü. Pek çok kişi, bu kadim isimleri Büyük İskender, Kuriş, uzaylılar veya Süleyman Peygamber gibi figürlerle ilişkilendirdi, ancak yeni bir Kur'an temelli yorum, bu ezberleri tamamen bozarak bizleri gerçeğin şaşırtıcı yüzüyle tanıştırıyor. Hakkı Yılmaz adlı değerli bir araştırmacının, Pınar'ın Kaynağından Sohbetler serisinin 306. sohbetinde yaptığı açıklamalar, bu konuda bilinen tüm kabulleri temelden sarsacak cinsten. Kendisinin iddiasına göre, Kur'an'daki Zülkarneyn'in kimliği ve Yecüc ve Mecüc'ün gerçek anlamı, bugüne dek süregelen tüm yorumlardan çok daha farklı ve tarihsel gerçeklerle örtüşüyor.
Hakkı Yılmaz, Kehf Suresi'nde bahsedilen Zülkarneyn'in, peygamberimiz Muhammed (sav) olduğunu öne sürerek, bu kişinin hayatındaki üç önemli yolculuğu Kur'an ayetleri ışığında yeniden yorumluyor. İlk yolculuk, Peygamberimiz'in Medine'ye (o zamanki adıyla Yesrib'e) yaptığı hicretle özdeşleştiriliyor. Hakkı Yılmaz'a göre, Kur'an'da bahsedilen "güneşin balçıkta battığı yer", vahyin ve imanın zayıfladığı bir bölge olarak Yesrib'i temsil eder. Burada Peygamberimiz devlet başkanı olmuş, Medine Vesikası adı verilen ilk anayasayı hazırlamış ve bu, Müslümanların ilk büyük sözleşmesi olmuştur. Bu yorum, "güneş" kelimesinin, bildiğimiz yıldızdan ziyade Allah'ın vahyini ifade ettiğini vurguluyor.
İkinci yolculuk ise, Müslümanların güvenliğini sağlamak amacıyla Mekke'ye yapılan seyahat ve Hudeybiye Antlaşması'na işaret ediyor. Hakkı Yılmaz, "güneşin doğduğu yer" ifadesini, Peygamberimiz'e ilk vahyin geldiği yer olan Mekke ile ilişkilendiriyor. Burada Mekke müşrikleriyle yapılan antlaşma, Müslümanların geleceğini garanti altına alan stratejik bir hamle olarak açıklanıyor. Tıpkı Medine Vesikası gibi, bu da Peygamberimiz'in diplomatik ve siyasi dehasının bir göstergesi olarak sunuluyor.
Ancak asıl büyük sır perdesi, Zülkarneyn'in üçüncü yolculuğunda aralanıyor ve Kehf Suresi'nin 92. ayetinden itibaren başlayan kısımda, Hakkı Yılmaz'ın iddiaları herkesi hayrete düşürecek bir noktaya ulaşıyor. Bu yolculukta Zülkarneyn'in "iki çağ sahibi" olarak siyasi ve güvenlik gerekçeleriyle hareket ettiği belirtiliyor. Bu iki sözleşme arasında, yani Medine ve Mekke toplumlarının güvence altına alınmasından sonra, Zülkarneyn "hemen hemen hiç söz anlamayan bir toplumu" buluyor. Hakkı Yılmaz, bu toplumu tarihsel ve Kur'anî delillerle Hayber Yahudileri olarak tanımlıyor.
Bu "söz anlamaz toplum" ifadesi, dil bilmezlikle değil, hukuki incelikleri ve verilen sözleri dikkate almayan bir tutumla açıklanıyor. Hakkı Yılmaz, Kur'an'ın Bakara ve Ali İmran surelerinde İsrailoğulları'nın ahitlerini bozduğunu ve sözlerini tutmadığını sıkça vurguladığını hatırlatıyor. Hayber Yahudileri, zengin hurmalıkları ve kaleleriyle ünlü, verimli topraklara sahip bir bölgeydi. Zülkarneyn'e, yani Peygamberimiz'e karşı çıkışları ise oldukça ilginç bir iddiayla başlıyor.
İşte burada makalemizin en çarpıcı noktasına geliyoruz: Hayber Yahudileri, Peygamberimiz'e karşı dile getirdikleri endişeleri aktarırken, onun ordusunu ve kendisini "akıncılar ve komutanı" olarak nitelendiriyorlar. Hakkı Yılmaz, bu "akıncılar ve komutanı" ifadesinin, Kehf Suresi'nin orijinal metnindeki Yecüç ve Mecüç sözcüklerine karşılık geldiğini iddia ediyor! Evet, yanlış duymadınız. Hakkı Yılmaz'a göre, yüzyıllardır gizemli canavarlar, uzaylılar veya bilinmeyen güçler olarak tasvir edilen Yecüç ve Mecüç, aslında Peygamberimiz Muhammed (sav) ve ordusudur!
Bu iddia, Yahudilerin, Peygamberimiz ve sahabelerini Hayber topraklarında "bozguncu" olarak gördükleri söylemiyle destekleniyor. Hakkı Yılmaz'ın yorumuna göre, Hayber Yahudileri, Müslümanların çiftçilikten anlamadığını, verimli Hayber topraklarına yazık edeceklerini iddia ederek, "bu topraklarda fesat çıkaracaklarını" söylüyorlardı. Burada geçen "fil ardı" (yeryüzünde) ifadesi de, tüm dünyayı değil, sadece "bu bölgedeki, Hayber bölgesindeki" toprakları ifade ediyor. Yahudiler, Peygamberimiz'e toprakları kendilerine bırakmaları karşılığında vergi teklif ediyorlardı.
Hakkı Yılmaz, mitolojideki "sed" (duvar) kelimesinin de yanlış anlaşıldığını belirtiyor. Ona göre "sed", sadece bir gedik kapatma veya duvar örme değil, aynı zamanda "kargaşayı engelleme, barışı sağlama, belgeyle güvence altına alma" anlamına geliyor. Peygamberimiz'in Medine ve Hudeybiye'deki antlaşmaları bu "iki sed"i oluşturuyor ve onu güvence altına alıyordu.
Peygamberimiz, Yahudilerin vergi teklifini reddediyor ve Allah'ın kendisi için hazırladığı imkanların çok daha hayırlı olduğunu belirtiyor. Kurmaylarına dönerek, "çok sağlam bir sözleşme" hazırlamalarını emrediyor. Bu noktada, masallarda eritilmiş demirle set yapma olarak yorumlanan "Züberel Hadit" ifadesi de Hakkı Yılmaz tarafından "sağlam belge" veya "kurmaylık/ince zeka ile hazırlanmış metinler" olarak açıklanıyor. Peygamberimiz, Hayber Yahudileriyle, onların iddialarını boşa çıkaracak, sağlam ve hukuksal bir antlaşma imzalatıyor.
Bu antlaşmaya göre, Hayber Yahudileri başlangıçta topraklardan çıkarılacakken, Peygamberimiz'e gelerek topraklarda kalmak ve işletmek istediklerini, çünkü kendilerinin çiftçilik konusunda daha bilgili olduklarını belirtiyorlar. Müslümanların o dönemde Hayber'in devasa tarım arazilerini işletecek insan gücüne sahip olmaması üzerine, Peygamberimiz, malları yarıcı (mahsulü paylaşan) olarak onlara bırakmayı kabul ediyor. Yahudiler, ürettikleri mahsulün yarısını hizmet bedeli olarak alacak, diğer yarısını ise Müslümanlara (Beytülmal'a) vereceklerdi. Bu, İslam devletinin topraklarını koruyan ve Yahudilerin bozgunculuk yapmaması koşuluyla geçerli olacak, son derece sağlam bir anlaşmaydı. Nitekim Hakkı Yılmaz'a göre, bu anlaşma o kadar sağlam yapılmıştı ki Yahudiler onu ne aşabildi ne de delebildi.
Hakkı Yılmaz, bu eşsiz yorumuyla, Kur'an'ı masallardan ve mitolojiden arındırarak, tarihsel ve ayetlerle desteklenen bir gerçekliğe taşıyor. Zülkarneyn'in üçüncü seyahatinin, Hayber'in fethi ve sonrasındaki dahiyane antlaşmayı anlattığını vurguluyor. Bu, Yecüç ve Mecüc'ün gizemli, yıkıcı güçler değil, dönemin koşullarında Peygamberimiz'e ve ordusuna Yahudiler tarafından verilen bir isim olduğunu ortaya koyuyor. Bu çarpıcı yorum, Müslümanların masallarla oyalanmak yerine, Kur'an'ı gerçek anlamıyla anlamaları ve Cenab-ı Hakk'ın vaat ettiği "en üstün" konuma yeniden gelmeleri için bir çağrı niteliği taşıyor. Gerçekler, tüm bildiklerimizi sorgulatacak kadar şaşırtıcı olabilir!