Türkiye ile İsrail arasındaki gerilim, son yıllarda uluslararası arenada en çok konuşulan meselelerden biri haline geldi. Orta Doğu’nun karmaşık siyasi sahnesinde, iki ülke arasındaki ilişkiler hem tarihsel hem de güncel dinamiklerle şekilleniyor. Ancak bu kez, gerilim sadece diplomatik açıklamalarla sınırlı kalmıyor; bölgesel güç dengeleri, stratejik hamleler ve uluslararası aktörlerin tutumları, bu çekişmenin geleceğini belirleyecek gibi görünüyor. Peki, bu kapışma nerede bitecek? Barış masasında mı, yoksa daha büyük bir çatışmanın eşiğinde miyiz?
Fehim Taştekin, deneyimli bir gazeteci ve Orta Doğu uzmanı olarak, bu soruya yanıt ararken çarpıcı bir perspektif sunuyor. Türkiye-İsrail ilişkilerinin kırılma noktalarını ve bu gerilimin arka planındaki derin nedenleri masaya yatırıyor. Taştekin’in analizine göre, bu gerilim sadece iki ülke arasındaki bir mesele değil; aynı zamanda bölgesel ve küresel aktörlerin güç mücadelesinin bir yansıması. Türkiye’nin Filistin meselesindeki kararlı duruşu, İsrail’in Gazze politikaları ve bölgesel ittifakların sürekli değişen yapısı, bu çekişmeyi daha da karmaşık hale getiriyor.
Türkiye, son yıllarda Filistin’e verdiği destekle uluslararası alanda dikkat çekiyor. Özellikle Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın İsrail’in Gazze’deki politikalarına yönelik sert eleştirileri, iki ülke arasındaki iplerin iyice gerilmesine neden oldu. Erdoğan, çeşitli uluslararası platformlarda İsrail’in Filistin’deki eylemlerini “insanlık dışı” olarak nitelendirirken, bu söylemler Ankara-Tel Aviv hattında diplomatik bir fırtına kopardı. Ancak Taştekin’e göre, bu söylemler sadece bir tepki değil; aynı zamanda Türkiye’nin bölgesel liderlik iddiasını güçlendirme çabasının bir parçası. Türkiye, Müslüman dünyasında Filistin davasının bayraktarlığını yaparak hem iç politikada hem de uluslararası alanda puan topluyor.
İsrail tarafında ise durum farklı bir boyutta ele alınıyor. Tel Aviv, Türkiye’nin bu sert söylemlerini bir tehdit olarak algılıyor ve bölgesel güvenlik stratejilerini buna göre şekillendiriyor. Taştekin, İsrail’in özellikle Doğu Akdeniz’deki enerji kaynakları ve Yunanistan, Güney Kıbrıs gibi ülkelerle kurduğu ittifaklar üzerinden Türkiye’ye karşı bir denge oluşturmaya çalıştığını belirtiyor. Bu ittifaklar, Türkiye’nin bölgesel yalnızlığını artırma potansiyeline sahipken, Ankara’nın dış politikada attığı adımlar bu yalnızlığı kırmaya yönelik cesur hamleler içeriyor. Örneğin, Türkiye’nin Libya ile yaptığı deniz sınırları anlaşması, İsrail’in Doğu Akdeniz’deki planlarını doğrudan etkileyen bir adım oldu.
Bu gerilimin bir diğer boyutu ise ekonomik ve ticari ilişkiler. Her ne kadar siyasi arenada ipler gerilmiş olsa da, iki ülke arasındaki ticari bağlar hâlâ güçlü bir şekilde devam ediyor. Taştekin, bu çelişkiyi “pragmatik bir denge” olarak tanımlıyor. Türkiye, İsrail ile ticaretini sürdürürken, aynı zamanda Filistin davasını desteklemeye devam ediyor. Ancak bu denge, her iki tarafın da iç kamuoyunda eleştirilere maruz kalmasına neden oluyor. Türkiye’de bazı kesimler, İsrail ile ticari ilişkilerin tamamen kesilmesi gerektiğini savunurken, İsrail’de de Türkiye’nin söylemlerine karşı daha sert yaptırımlar talep eden gruplar bulunuyor.
Taştekin’in analizinde dikkat çeken bir diğer nokta, uluslararası aktörlerin bu gerilimdeki rolü. ABD’nin İsrail’e verdiği koşulsuz destek, Türkiye’nin politikalarını daha da zorlaştırıyor. Ancak Taştekin’e göre, Türkiye’nin son dönemde Körfez ülkeleriyle normalleşme çabaları ve Mısır ile yeniden kurulan diplomatik bağlar, bu denklemi değiştirebilir. Özellikle Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri gibi ülkelerle geliştirilen ilişkiler, Türkiye’nin bölgesel yalnızlığını kırmasına yardımcı olabilir. Bu durum, İsrail’in bölgedeki manevra alanını daraltırken, Türkiye’ye yeni bir hareket alanı sağlayabilir.
Peki, bu gerilim nereye varacak? Taştekin, bu soruya net bir yanıt vermekten kaçınsa da, birkaç olası senaryo üzerinden değerlendirme yapıyor. İlk senaryo, diplomatik çabaların ön plana çıkması ve iki ülke arasında bir tür “soğuk barış” anlaşması yapılması. Ancak bu senaryo, her iki tarafın da iç politik dinamikleri nedeniyle zor görünüyor. İkinci senaryo ise, gerilimin daha da tırmanarak bölgesel bir çatışmaya dönüşmesi. Bu, özellikle Filistin meselesinde yeni bir kriz yaşanırsa ya da Doğu Akdeniz’de enerji kaynakları üzerine anlaşmazlıklar artarsa gerçekleşebilir. Üçüncü bir senaryo ise, uluslararası aktörlerin araya girmesiyle bir tür statükonun korunması. Ancak Taştekin, bu son senaryonun sürdürülebilir olmadığını, çünkü mevcut statükonun her iki taraf için de tatmin edici olmadığını vurguluyor.
Makalenin sonlarına yaklaşırken, Taştekin’in çarpıcı bir tespiti dikkat çekiyor: “Türkiye-İsrail gerilimi, sadece iki ülke arasındaki bir çekişme değil; bu, Orta Doğu’nun geleceğini şekillendirecek bir güç mücadelesi.” Bu sözler, meselenin ne kadar karmaşık ve çok katmanlı olduğunu bir kez daha ortaya koyuyor. Gerilim, sadece siyasi söylemlerle sınırlı kalmıyor; ekonomik, askeri ve diplomatik boyutlarıyla bölgenin kaderini etkileyecek bir boyuta ulaşıyor. Taştekin’e göre, bu kapışmanın sonu, ancak tarafların uzlaşmaya ne kadar hazır olduğuna ve uluslararası toplumun bu sürece nasıl müdahil olacağına bağlı.