Türkiye ekonomisi yeni bir kırılmaya doğru sürüklenirken, finans sektörüyle reel sektör arasındaki uçurum tarihi boyutlara ulaştı. Borsada işlem gören 210 şirketin yılın üçüncü çeyreğini zararla kapatması, diğer yandan bankaların tarihi rekorlar kıran bilançoları, ekonomideki dengesizliğin alarm zillerinin çaldığını gösteriyor. Merkez Bankası'nın agresiz faiz politikası, bir yandan enflasyonla mücadele ederken, diğer yandan üreticileri borç batağına sürüklüyor. Faiz cirosu yükseldikçe kâr eden finans kurumları, döviz kuru baskısı ve maliyet artışları altında ezilen sanayi ve tarım kesiminin tamamen karşıt kutuplara yerleştiği bu süreç, Türkiye'nin üretim tabanını tehdit ediyor.

Para Politikası Kurulu'nun aldığı kararlar sonrası politika faizinin yüzde 50'ler civarında tutulması, bankalar için neredeyse risksiz bir gelir kapısı anlamına geliyor. Merkez Bankası, bankalara gecelik ve haftalık vadelerde likidite sağlarken uyguladığı bu yüksek faiz oranları, finansal kurumların net faiz marjlarını olağanüstü genişletiyor. Bir hafta vadeli repo işlemlerinde uygulanan faiz oranları, bankaların mevduat toplama maliyetini karşılayıp üzerine ciddi bir kâr payı bırakıyor. Bu durum, bankacılık sektörünün yılın ilk dokuz ayında açıkladığı 300 milyar lirayı aşan konsolide kâr rakamlarıyla net bir şekilde görülüyor. Özellikle kamu bankalarının ve büyük özel bankaların bilançolarındaki bu patlama, ekonominin gerçekten sağlıklı bir büyümeye mi yoksa spekülatif bir finansal genişlemeye mi tanık olduğu sorusunu gündeme getiriyor.

Ancak bu kâr marjlarının altında yatan gerçek, Türkiye'nin üretim gücüne ve istihdamına ciddi bir darbe vuruyor. Yüksek faiz ortamında kredi kullanan sanayici, her ay ödediği faiz yükü altında eziliyor. İmalat sanayinde faaliyet gösteren bir işletme, yeni yatırım yapmak ya da işletme sermayesi ihtiyacını karşılamak için girdiği kredi sözleşmelerinde, aylık yüzde 4-5 bandında faiz ödemek zorunda kalıyor. Bu oranlar, yıllık bazda yüzde 50-60'ları buluyor ve hiçbir üretim faaliyetinin bu maliyeti karşılayabilmesi mümkün değil. Bir tekstil fabrikası sahibi "Eğer faizler bu seviyede kalırsa, önümüzdeki yıl kapıları kapatmaktan başka çaremiz kalmayacak" derken, otomotiv yan sanayiinde faaliyet gösteren bir iş adamı "İthal ettiğimiz ham maddenin yarısını krediyle finanse ediyoruz, döviz kuru yükseliyor, faiz yükseliyor, bizim kârımız eriyor" şeklinde isyan ediyor.

Türkiye'nin ihracatının yaklaşık yüzde 90'ı sanayi ürünlerinden oluşuyor ve bu sanayi ürünlerinin üretimindeki ithal girdi bağımlılığı, yüksek kurun faydasından çok zararını gösteriyor. Her 100 dolarlık ihracatın 65 dolarlık bölümü ithal girdilerden oluşuyor. Bu hesap, döviz kuru yükseldiğinde yerli malın ucuzlayıp ihracatı artıracağı tezinin ne kadar yanıltıcı olduğunu ortaya koyuyor. Dolar/TL kurunun 30 liradan 35 liraya çıktığı bir senaryoda, ithal girdi maliyetleri doğrudan artıyor. Eğer bu artışı yurtdışındaki alıcıya yansıtamıyorsanız, kâr marjınız eriyor. Yurtdışı pazarlarda rekabetçi olabilmek için fiyat artırımına gidemeyen Türk ihracatçısı, artan maliyetleri kendi içinde absorbe etmek zorunda kalıyor ve bu da ya verimlilik kaybı ya da istihdam kesintisi anlamına geliyor.

Merkez Bankası'nın para politikasındaki dört aktarım kanalından biri olan döviz kuru kanalı, teoride Türk Lirası'nın değer kaybının ihracatı artıracağını öngörüyor. Ancak pratikte durum tam tersi bir seyir izliyor. Yurt içi reel faiz oranları düştüğünde sermaye çıkışı yaşanır ve ulusal para değer kaybeder, bu da ithal malların fiyatını artırarak enflasyonu yükseltir. İşte tam bu noktada, yüksek enflasyonun olduğu bir ortamda döviz kuru kanalının işleyişi sekteye uğruyor. Çünkü enflasyon yükseldiğinde üretim maliyetleri artar ve reel anlamda ürünlerin fiyat rekabetçiliği azalır. Türk Lirası nominal olarak değer kaybetse bile, enflasyonun yaratacağı maliyet baskıları uzun vadede ihracatçıları zor durumda bırakıyor. Bir kimya ürünleri ihracatçısı "Kur 35 TL oldu ama bizim ithal ettiğimiz ham petrol türevi ürünlerin fiyatı da aynı oranda arttı, hatta daha fazla arttı çünkü navlun ve sigorta maliyetleri de dolar cinsinden" diyerek durumun vahametini anlatıyor.

Para Politikası Kurulu'nun karar alma sürecinde dikkate aldığı geniş veri seti, teoride dengeli bir politika izlediğini gösteriyor. Toplam arz-talep dengesi, maliye politikası göstergeleri, parasal göstergeler ve kredi büyüklükleri, ücret, istihdam, birim maliyet, verimlilik gelişmeleri, kamu ve özel sektör fiyatlama davranışları, enflasyon beklentileri, döviz kurları ve dışsal şoklar analiz ediliyor. Ancak pratikte PPK'nın faiz kararlarında orta vadeli enflasyon görünümüne odaklanması ve dışsal şokların geçici etkilerine anında tepki vermemesi ilkesi, üreticinin kısa vadeli acısının görmezden gelindiği anlamına geliyor. Sanayi sektöründeki bir işletme, ithal girdi maliyetlerinin yılın üçüncü çeyreğinde yüzde 40 arttığını, buna karşılık satış fiyatlarını ancak yüzde 20 artırabildiğini belirtirken, Merkez Bankası'nın bu veriyi "geçici bir şok" olarak değerlendirmesi, reel sektör temsilcilerinin büyük tepkisini çekiyor.

Türkiye'nin ihracat stratejileri ve döviz kuru politikaları arasındaki dengeyi kuramaması, bu krizin derinleşmesinde kritik rol oynuyor. Döviz kurunun kontrolsüz yükselişi, ihracatçıların maliyet planlamasını imkansız hale getiriyor. İthal girdilere dayalı üretim yapan ihracatçı, döviz kurundaki artışlar nedeniyle ithal edilen hammaddelerin maliyetlerinin yükselmesiyle karşı karşıya kalıyor. Kur oynaklığı, fiyatlandırma stratejilerini zorlaştırıyor ve uluslararası piyasalarda rekabet gücünü olumsuz etkiliyor. Özellikle euro kurundaki hareketler, Avrupa Birliği'ne yapılan ihracatta belirleyici oluyor. Efektif döviz kuru düştüğünde ihracat artma eğilimi gösterse de, yüksek enflasyon bu pozitif etkinin sınırlayıcı faktörü haline geliyor.

Merkez Bankası'nın bekçilik ettiği enflasyon hedeflemesi rejimi, fiyat istikrarına ulaşmayı temel amaç olarak belirliyor. Ancak bu süreçte üreticinin maruz kaldığı maliyet enflasyonu, tüketici enflasyonunu da besleyen bir döngü oluşturuyor. Üretici fiyatlarındaki artışın tüketici fiyatlarına yansıma süresi gidere kısalıyor ve bu da Merkez Bankası'nın daha sıkı para politikası uygulama ihtiyacını doğuruyor. Enflasyon beklentileri kanalıyla işleyen bu mekanizma, ekonomik birimlerin geleceğe dönük kararlarını da etkiliyor. Bir mobilya üreticisi "Gelecek yıl için ne kadar sipariş alacağımızı kestiremiyoruz çünkü maliyetlerimiz her ay değişiyor, müşterilerimiz de fiyat artışlarına tepki gösteriyor" diyerek belirsizliğin boyutunu vurguluyor.

Vatandaşlık Maaşı Tartışması: Yoksulluğu Bitirecek mi?
Vatandaşlık Maaşı Tartışması: Yoksulluğu Bitirecek mi?
İçeriği Görüntüle

Tarım sektöründe durum daha da vahim. Gübre, tohum ve ilaç gibi girdilerin büyük bölümü ithalata dayalı olduğu için, döviz kuru artışları doğrudan tarımsal üretim maliyetlerini etkiliyor. Üstüne bir de yüksek faizle kredi kullanan çiftçi, hasat döneminde elde ettiği gelirin büyük bölümünü faiz ödemelerine ayırmak zorunda kalıyor. Bir çiftçi "Bu yıl 500 bin lira kredi çektim, faizi 60 bin lira ödedim, karımın yarısı gitti" şeklinde dert yanıyor. Bu durum, gıda enflasyonunu da tetikliyor ve toplam enflasyon hedeflemesini zorlaştırıyor.

Merkez Bankası'nın para politikası araçlarındaki faiz kanalı, teoride borç paranın marjinal maliyetini değiştirerek tüketim ve yatırım kararlarını etklemesi gerekirken, pratikte sadece finansal kesime yarayan bir mekanizmaya dönüşmüş durumda. Kısa vadeli faiz oranındaki değişikliğin finansal piyasalardaki arz ve talep mekanizmaları aracılığıyla orta ve uzun dönem faiz oranlarına yansıması, reel sektörün kredi erişimini daha da pahalı hale getiriyor. Varlık fiyatları kanalıyla hisse senedi ve döviz gibi varlıkların fiyatlarındaki değişim, üreticinin yatırım kararını etkilemek yerine, spekülatif kazanç peşinde koşan yatırımcıların işine yarıyor.

Bankaların bilançolarındaki kâr patlamasının ardındaki bir diğer gerçek de kredi risklerinin artmasına rağmen, oluşturulan karşılıkların yeterli olmaması. Sanayi şirketlerinin iflas başvuruları artarken, bankaların tahsil edemedikleri alacaklarını yapılandırma yoluna gitmeleri, gerçek zararları gizliyor. Bir bankacı "Şu an ertelenmiş kredilerin gerçek boyutunu kimse bilmiyor, faiz gelirleri bu açığı kapatıyor görünüyor ama patlamaya hazır bir bomba var" şeklinde konuşarak endişelerini dile getiriyor. Bu durum, finansal istikrarın göstergesi olarak sunulan yüksek banka karlarının, aslında sistemin kırılganlığının bir yansıması olduğunu gösteriyor.

Türkiye'nin cari açık vermeye ve dış borç yükü altında ezilmeye devam ettiği bir ortamda, yüksek faiz politikası yabancı yatırımcıyı çekmek için kullanılan bir araç gibi sunuluyor. Ancak reel faiz oranlarının enflasyonun üzerinde olması, sadece sıcak para girişini teşvik ederken, doğrudan yabancı yatırımların önünde engel oluşturuyor. Çünkü bir yatırımcı, üretim yapmak için gireceği pazarda maliyet istikrarı arar ve yüksek faizli, yüksek enflasyonlu bir ekonomi, uzun vadeli yatırım kararlarını ertelemesine neden olur. Avrupa Birliği'nden bir yatırımcı "Türkiye'de üretim maliyetlerinin istikrara kavuşmasını bekliyoruz, şu anki ortam tahmin edilemez" diyerek temkinli duruşunu açıklıyor.

Merkez Bankası'nın Enflasyon Raporu'nda yayımlanan tahminleri, politika faizinin enflasyonu kontrol altına alacağı varsayımına dayanıyor. Ancak raporlarda yer alan enflasyon tahmin modelleri, üretici maliyetlerindeki artışın tüketici fiyatlarına yansıma hızını yeterince ölçmüyor. Girdi fiyatları tahminlerinde, ithal girdi bağımlılığı ve kur oynaklığının birleşik etkisi, modelin dışında kalıyor. Bu da politika yapıcıların, üreticinin gerçekten ne kadar zorlandığını tam olarak kavrayamadıkları anlamına geliyor. Merkez Bankası bünyesindeki ekonomik tahmin sisteminden elde edilen projeksiyonlar, reel sektör temsilcileriyle yapılan istişarelerden ziyade, akademik modellere dayandığı için gerçek hayatın karmaşıklığını yansıtmıyor.

Hükümetin kur politikası ile Merkez Bankası'nın para politikası arasındaki uyumsuzluk da ek bir belirsizlik yaratıyor. Döviz kurunun kontrollü bir şekilde yönetilmesi gerektiği vurgulanırken, faiz oranlarının yüksek tutulması nedeniyle yabancı para cinsinden borçlanma maliyetleri artıyor. Kamu maliyesi ve ödemeler dengesi göstergeleri izlenirken, kamu bankalarının yüksek faiz ortamında dahi devlet garantili projelerle kredi açması, özel bankaların daha riskli gördüğü sanayi kredilerinin geri ödenmeme riskini artırıyor. Bir maliye bakanlığı yetkilisi "Kamu bankaları politika aracı gibi kullanılıyor, ama bu defa fatura sanayiciye çıkıyor" diyerek durumun farkındalığını ortaya koyuyor.

Türkiye'nin 2024 yılı son çeyreğine girerken ekonomideki bu çarpık tablo, sadece makro göstergelerle açıklanamayacak kadar karmaşık. Bankaların tarihi kârları, sanayicinin tarihi zararları, çiftçinin borç batağı, ihracatçının maliyet baskısı ve tüketicinin alım gücü kaybı, aynı para politikası farklı aktarım kanallarıyla ayrışan sonuçlar doğuruyor. Merkez Bankası'nın temel amacı olan fiyat istikrarına ulaşma çabası, üretim istikrarı pahasına gerçekleşiyor. Para politikası kurulunun üyesi bir akademisyen "Enflasyonu düşürmek için faiz artırıyoruz ama bu sefer de üretim daralıyor, istihdam azalıyor, dengeyi kurmak çok zor" diyerek ikilemi dile getiriyor.

Ekonomideki son likidite kaynağı olarak Merkez Bankası'nın rolü, bankalar için güvenli bir sığınak olurken, üretici için bir kapan haline geliyor. Merkez Bankası Kanunu'nun 22/A maddesinde düzenlenen PPK'nın yapısı ve karar alma süreci, teoride demokratik gözükse de pratikte Başkan ve atanan üyelerin görüşlerinin belirleyici olması, reel sektör temsilcisinin masada olmaması anlamına geliyor. Hazine ve Maliye Bakan Yardımcısı'nın toplantılara oy hakkı olmaksızın katılması, hükümetin politika üzerindeki etkisini sınırlıyor görünse de, kamu bankaları üzerinden dolaylı olarak politika yönlendirilebiliyor. Bu durum, bağımsız para politikası iddiasının gerçek dünyadaki uygulamasında çeşitli istisnaları beraberinde getiriyor.

Türkiye'nin ithalata dayalı üretim modelinin yarattığı kırılganlık, döviz kuru kanalının işleyişini tamamen tersine çeviriyor. İthal girdilerin maliyetini artıran kur yükselişi, yerli katma değeri düşük olan bir ekonomide ihracat artışı sağlamak yerine, enflasyonu besliyor ve reel kesimi daraltıyor. Tarımsal üretimde kullanılan gübre ve ilaç fiyatlarında yaşanan artış, gıda enflasyonunu tetikliyor ve Merkez Bankası'nın enflasyon hedeflemesi daha da zorlaşıyor. Bir gıda ihracatçısı "Türkiye'den gıda ihracatı yapıyoruz ama şu an maliyetlerimiz Avrupalı rakiplerimizden daha yüksek, bu sürdürülebilir değil" diyerek rekabet gücü kaybını vurguluyor.

Ekonomideki bu krizin en belirgin göstergesi, borsada işlem gören şirketlerin finansal sonuçları. Yılın üçüncü çeyreğinde zarar eden 210 şirketin tamamına yakını imalat sanayinde faaliyet gösteriyor. Bu zararların nedeni, sadece yüksek faizler değil, aynı zamanda talep daralması, yatırım harcamalarının ertelenmesi ve cari açık nedeniyle döviz likiditesinin azalması. Bir otomotiv yan sanayi şirketinin CEO'su "Siparişler yüzde 30 azaldı, müşterilerimiz de kredi bulamıyor, biz de üretimi durdurmaya başladık" diyerek zincirin halkalarının nasıl kırıldığını anlatıyor. Merkez Bankası'nın faiz kararlarının arka planında yatan geniş veri seti, tam olarak bu zincirleme etkiyi öngöremiyor.

Döviz kurunun ihracata olumsuz etkileri, sadece maliyet artışıyla sınırlı kalmıyor. Özellikle döviz kurundaki aşırı oynaklık ve belirsizlik, ihracatçı firmalar için büyük riskler yaratıyor. Türkiye'nin ticaret partnerlerinin ekonomik durumu ve bu ülkelerde talepte yaşanan değişim, ihracat açısından belirgin bir rol oynuyor. Avrupa Birliği'nde talep daralması, Türkiye'nin ihracatını doğrudan etkilerken, kur oynaklığı bu riski katmerliyor. İhracat stratejileri ve döviz kuru politikaları arasındaki dengeyi kuramayan Türkiye, kontrollü kur yönetimini sağlayamıyor ve bu da ihracatçıların uzun vadeli sözleşme yapmasını engelliyor. Bir tekstil ihracatçısı "Avrupalı müşterimizle 6 aylık sözleşme yapamıyoruz çünkü kurun ne olacağını bilmiyoruz, risk primi talep ediyorlar" diyerek belirsizliğin maliyetini anlatıyor.

Merkez Bankası'nın enflasyon tahminlerini oluştururken kullandığı ekonometrik modeller, geçmiş dönem enflasyonunu, beklentileri, girdi fiyatları tahminlerini ve çıktı açığını göz önüne alıyor. Ancak bu modelde, üreticinin finansal baskı altında nasıl verimlilik kaybettiği ve istihdamı azalttığı tam olarak yansıtılmıyor. Merkez Bankası'nın cari yıl ve takip eden iki yıla ilişkin enflasyon tahminlerini yılda dört defa yayımladığı Enflasyon Raporu'nda, üretici maliyetlerindeki artışın tüketici fiyatlarına yansıma hızı, modelin parametrelerinden biri olsa da, reel sektörün gerçek dinamikleri istatistiksel verilere yansımıyor. Bir makine üreticisi "Bizim kapasite kullanım oranımız yüzde 60'lara düştü ama bu resmi verilerde gözükmüyor çünkü tam kapasite çalışan işletmeler sayılı" diyerek veri setinin eksikliğine işaret ediyor.

Türkiye ekonomisindeki bu çarpık yapı, sadece para politikasından kaynaklanmıyor. Maliye politikasının genişletici olması, kamu harcamalarının artması ve kamu bankalarının yüksek faiz ortamında dahi kredi büyütmeye devam etmesi, özel bankaların risk algısını bozuyor. Kamu bankaları devlet garantili projelere düşük faizli kredi verirken, özel bankalar sanayiciye kredi vermekten kaçıyor. Bu durum, kredi kanalının daralmasına ve sadece seçkine bir kesime ucuz kredi ulaşmasına yol açıyor. Bir bankacı "Kamu bankaları politika faizinin altında kredi veriyor, bu da piyasayı bozuyor, özel bankalar da risk almıyor" diyerek sistemin çarpıklığını itiraf ediyor.

Faiz geliri elde edenlerin kazandığı, üretenlerin battığı bu süreç, Türkiye'nin uzun vadeli büyüme potansiyelini de tehdit ediyor. Üretimde yerli katma değeri artırmak için yapılması gereken Ar-Ge yatırımları, yüksek faiz nedeniyle erteleniyor. Sermaye birikimi zayıflıyor, teknoloji transferi yavaşlıyor ve istihdam kalitesi düşüyor. Merkez Bankası'nın para politikasındaki beklentiler kanalı, ekonomik birimlerin geleceğe dönük kararlarını etkilerken, üreticinin beklentisi negatife dönüyor ve bu da yatırımların durmasına neden oluyor. Bir teknoloji şirketi CEO'su "Yeni fabrika yatırımı için 50 milyon lira kredi bulamıyoruz, bulsak da faiz yükü projeyi karlılıktan çıkarıyor" diyerek yatırımların önündeki en büyük engeli açıklıyor.

Sonuç olarak, Türkiye ekonomisindeki "faizci kazanıyor üretici batıyor" gerçeği, sadece bir slogandan ibaret değil. Merkez Bankası'nın yüksek faiz politikası, bankaların bilançolarını şişirirken, sanayici, çiftçi ve ihracatçının üretim kararlarını felç ediyor. Döviz kuru kanalının teorik faydaları, ithal girdi bağımlılığı ve yüksek enflasyon nedeniyle tamamen ortadan kalkıyor. Para politikasının aktarım mekanizmaları, reel sektör yerine finansal sektör lehine çalışıyor. Türkiye'nin bu kısır döngüden çıkabilmesi için, para politikasının yanı sıra sanayi politikasının da gözden geçirilmesi, üretimin desteklenmesi ve finansal kârların reel yatırıma yönlendirilmesi için yapısal reformlara ihtiyaç var. Aksi takdirde, banka kârları rekor üstüne rekor kırarken, üretim tarafı tamamen çökecek ve ekonomi dışa bağımlı bir tüketim toplumuna dönüşmekten kurtulamayacak.