Toplumun en temel meselelerinden biri olan ve çağlar boyunca tartışılan bir kavram, bugün Türkiye’nin gündemini derinden meşgul etmeye devam ediyor: Liyakat. Bir yandan kamu yönetimindeki atamalar, diğer yandan siyasi kariyerler ve nepotizm eleştirileri bu konuyu her geçen gün daha da sıcak hale getirirken, bir din aliminin kadim kaynaklara dayandırdığı çarpıcı konuşması, olaya yepyeni bir boyut kazandırdı. Hakkı Yılmaz adlı bu ilim adamı, modern dünyanın karmaşık sorunlarına, aslında binlerce yıllık bir ilkenin göz ardı edilmesinin neden olduğunu işaret ederek, tüm dikkatleri İslam’ın liyakat anlayışına çekti.
Konuşmasında, adeta tarihin derinliklerinden günümüze uzanan bir köprü kuran Yılmaz, bir yöneticinin sahip olması gereken en temel vasfın “emaneti ehline vermek” olduğunu vurguladı. Bunu desteklemek için de Mekke’nin fethi sırasında Kabe’nin anahtarının, Müslüman olmasına rağmen değil, bu görevin hakkını veren birine, yani Ebu Osman’a verilmesini örnek gösterdi. Bu tarihi olay, Yılmaz’ın sözleriyle, din, soy veya yakınlık bağından bağımsız olarak, işi en iyi yapacak olanın tercih edilmesi gerektiğini net bir şekilde ortaya koydu. Bu, sadece bir ilke değil, aynı zamanda toplumun huzur ve refahının anahtarı olarak sunuldu. Aynı şekilde, Hazreti Davut’un liderlik vasıflarını Kur'an'dan ayetlerle açıklayarak, bir yöneticinin sadece adil değil, aynı zamanda bilgili, basiretli ve aklıselim sahibi olması gerektiğini anlattı. Yılmaz’a göre, bir liderin kararları, kendi şahsi çıkarlarından veya yandaşlarından bağımsız olmalı, çünkü en küçük bir liyakatsizlik, toplumda büyük bir adaletsizlik zincirini başlatabilir.
Bu tarihi ve dini perspektif, modern Türkiye siyasetinin yaşadığı sorunlarla çarpıcı bir paralellik taşıyor. Kamuoyu araştırmaları ve resmi belgeler, kamudaki atama ve terfilerde liyakatin sık sık göz ardı edildiğini ve yerine siyasi yakınlık, hemşerilik ve akrabalık bağlarının etkili olduğunu gösteriyor. Bu durum, sadece bireysel hakkaniyet duygusunu zedelemekle kalmıyor, aynı zamanda kamu hizmetlerinin verimliliğini düşürüyor, rüşvet ve yolsuzluk gibi olumsuzlukları artırıyor. Nitekim birçok siyasetçi ve parti lideri de bu soruna dikkat çekmiş, Kemal Kılıçdaroğlu gibi isimler defalarca “Devlet yönetiminde liyakat olursa, devletin saygınlığı artar” ifadelerini kullanmıştır. Ancak buna rağmen, halkın önemli bir kesimi, bu ilkenin uygulamada tam olarak karşılığını bulamadığına inanmaktadır.
Gündemdeki bu tartışmalar, Yılmaz’ın konuşmasındaki asıl kritik noktayı daha da anlamlı kılıyor. Bu konuşmadaki en sarsıcı mesaj, sadece yöneticilerin değil, toplumun da bu konuda bir sorumluluğu olduğunu ortaya koymasıydı. Yılmaz, "liyakatli bir lideri bulmak, hastalıklı bir adamın doktor aradığı gibi bir arayıştır" diyerek, halkın kendi kaderini belirleme ve işin ehli olanı arayıp bulma zorunluluğunu vurguladı. Tarihin en büyük imparatorluklarının dahi çöküşünün, yöneticilerini liyakate göre seçmemeleri, hanedanlık ve nepotizm batağına saplanmaları nedeniyle yaşandığını belirtmesi, aslında tüm Türkiye’ye verilmiş çok net bir uyarıydı.
Özetle, bir din aliminin kürsüsünden yansıyan bu kadim öğretiler, aslında modern devletin en büyük zaafına ışık tutuyor: Sadakatin, liyakatin önüne geçtiği her yerde, devlet çarkının yavaşlayacağı ve en nihayetinde duracağı gerçeği. İşte bu makalenin en can alıcı noktası da burada yatıyor: Halkın iradesiyle seçilen siyasetçilerin, tarihi bir emanet olan devleti yönetirken, bir din aliminin asırlar öncesinden gelen ve adeta bugünlere hitap eden o sözünü akıllarından çıkarmamaları gerekiyor. Aksi halde, bir toplumun geleceğini inşa etmek için harcadığı tüm çabalar, liyakatsiz bir yönetim anlayışının girdabında kaybolup gidebilir.