Türk siyaseti ve ekonomisi, son dönemde yaşanan gelişmelerle adeta bir felaket senaryosunun ortasında kalmış durumda. Bir yandan yargı mekanizmaları üzerinden ana muhalefete karşı yürütülen operasyonlar tansiyonu zirveye taşırken, diğer yandan piyasaların beklediği büyük bir döviz krizinin neden patlak vermediği sorusu gündemin merkezine oturuyor. Uzmanlar, ekonomide yaşananın anlık bir kriz değil, ağır ağır gerçekleşen bir çöküş olduğunu dile getiriyor. Tüm bu karmaşık tablonun ortasında, ABD ile olan ilişkilerin beklenenin aksine olumlu seyretmesi ve Merkez Bankası’nın gücü, şimdilik fırtınanın en büyük zararını engelliyor gibi görünüyor. Ancak içerideki siyasi hamleler ve ekonomik durgunluk, ülkeyi 2026’ya kadar uzayabilecek bir belirsizliğe sürüklüyor.
Ekonomi uzmanı Atilla Yeşilada, döviz krizinin patlak vermemesinin ardındaki en büyük etkenin, Türkiye'nin ABD ile olan ilişkileri olduğunu kesin bir dille belirtiyor. Uzmana göre, Türkiye ABD'ye "papaz olmazsa" büyük bir devalüasyon riski oluşmuyor. Bu durum, Amerika'nın Türkiye için ne kadar önemli bir dost olduğunu, özellikle devalüasyondan korkanların hatırlaması gereken kritik bir gerçeği gözler önüne seriyor. Geçmişte Rahip Brunson olayı yüzünden Türk lirasının büyük bir darbe yediği hatırlatılırken, siyasi krizlerin finansal alana anında yansıdığı biliniyor. Örneğin, bir dönem Türkiye ile ABD arasındaki siyasi krizde, bankaların kredileri keserek Türk bankalarından vadesi gelen borçları hemen ödemelerini istedikleri ve kasalarındaki doları görmek istedikleri kaydedildi.
Uzman, Türkiye'nin ana ticaret partnerinin Avrupa olmasına rağmen, finansal açıdan ABD ile çok ciddi bir ilişki bulunduğunu vurguluyor. Amerika'yla sorunlu olmamanın, finansal hizmetlerde büyük fark yarattığını belirten Yeşilada, eğer ABD Başkanı’nın ziyareti başarılı geçerse, birkaç teknoloji şirketinin bile "dostlar alışverişte görsün" misali Türkiye'ye birkaç kuruş yatırım yapabileceğini öngörüyor. Türkiye'nin asla yüzünü tamamen doğuya dönemeyeceği, aksi takdirde arkasını batıya döneceği, bunun da tehlikeli olduğu belirtiliyor.
Kısa vadede döviz piyasasını tutan bir diğer faktör ise Merkez Bankası’nın güçlü rezerv biriktirme politikası. Merkez Bankası’nın kasasında 180 milyar dolarlık rezerv bulunuyor. Uzmana göre, yerlilerin de elinde 180 milyar dolar döviz var ve bankalar ellerindeki bu doları zorlama yoluyla değil, dolar kredisi vermenin sınırlı olması ve Eurobond almanın az para kazandırması gibi sebeplerle depo ihalesi yoluyla Merkez Bankası’na satıyor. Bu durum, piyasa, ekonomi ve siyasi olaylar arasındaki geçişkenliği düşük tutarak anlık bir krizi engelliyor.
Ağır Çöküş Başladı: Yatırımlar Durdu, Gençler Evde
Siyasi krizlerin ekonomik bir krize dönüşmemesi için özel bir strateji geliştirilmediği, durumun tesadüflerle ortaya çıktığı belirtiliyor. Ancak ekonomideki "ağır ağır çöküş" çoktan başlamış durumda. Uzmana göre, eskiden Avustralya’da kara kuğu görülmeden tüm kuğuların beyaz olduğuna inanıldığı gibi, Türkiye'de de artık bütün kuğular siyah oldu; yani herkes bu durumu biliyor.
Bu durumun en somut göstergeleri şöyle:
• Reel sektör güven endeksinde (RSG) sabit sermayeye yatırım yapma niyetinin önümüzdeki üç ay için %17 düştüğü gözlemleniyor.
• Parası olan herkes yurt dışına kaçıyor ve varlığı olan herkes bunları yurt dışına kaydırma niyetinde.
• İçeride kalanlar ise teknolojiye veya başka hiçbir şeye yatırım yapmıyorlar, çünkü çökülmekten korkuyorlar.
• Bir zamanlar bölgenin kaplanı olan ekonomi, artık sadece mecbur kalanların iş yaptığı bir ülke haline geldi.
• Ülkenin optimal büyüme oranı 5 civarından 3’e düştü, yani ekonomi büyüdüğünde bile derhal çok yüksek enflasyon ve cari açık üretiyor, istihdam yaratamıyor.
• Şu an gençlerin %32’si "ev çocuğu" diye bir kavramla ifade ediliyor.
Uzmana göre, ekonomi kısa vadede daha kötü olmayacak, en kötüsü geride kaldı, ancak iyiye de gitmeyecek, yatay seyredecek. Bu yatay seyir, emekli zamlarıyla birlikte seçime kadar devam edebilir, bu da seçimin 2026’da olma ihtimalini güçlendiriyor.
Yargı Operasyonları ve Siyasi Veto Gücü
Uzmanlar, yargı üzerinden yürütülen siyasi operasyonların, hukukla hiçbir alakasının kalmadığını kesin bir dille belirtiyor. CHP’nin İstanbul İl Kongresi’ne mahkeme kararıyla durdurma kararı verilmesi, Mansur Yavaş’ın ekibine doğrudan soruşturma açılması ve gözaltı sürecinin başlaması, CHP’ye ve potansiyel cumhurbaşkanı adaylarına karşı yürütülen bir operasyonun devam ettiğini gösteriyor.
Atilla Yeşilada, nihai hedefin Cumhurbaşkanının yeniden seçilmesi olduğunu, bunun için de iki amacın bulunduğunu belirtiyor: Birincisi, CHP’yi kurumsal olarak felç etmek; ikincisi ise anketlerde önde gözüken Ekrem İmamoğlu, Mansur Yavaş ve Özgür Özel’i bertaraf etmek.
Yavaş’a sıra geleceği düşünülürken, kendisine "CHP’den istifa et ve cumhurbaşkanı adayı olmayacağına dair topluma deklarasyonda bulun" şeklinde bir tercih sunulabileceği öngörülüyor. Muhalefetin bu hamlelere karşı direndiği, özellikle Özgür Özel’in siyasi kurnazlıkta kahramanca bir mücadele verdiği belirtiliyor. Ancak bütün bu hukuki mücadelelerin ötesinde, olayın sınırları kalmadı; hatta CHP'yi kapattırma davası açılması dahi tartışılmaya başlandı.
Merkez Bankası ve Osmanlı DNA'sı
Merkez Bankası Başkanı Fatih Karahan’ın New York'ta yaptığı ve oldukça cesur ve net olarak nitelenen sunumu, uzmanlar arasında tartışma konusu oldu. Uzman, Merkez Bankası’nın ve Hazine’nin (Mehmet Şimşek) 2023 seçimleri öncesine göre "acayip bir mesafe kaydettiğini" takdirle belirtiyor, ancak ekonomiyi siyasi şoklara karşı güçlendirmek için hiçbir adım atılmadığını da ekliyor.
Karahan'ın bu cesur duruşunun, Ekim PPK (Para Politikası Kurulu) toplantısıyla test edileceği öngörülüyor. Eğer Eylül enflasyonu projeksiyonların üstüne çıkarsa ve Merkez Bankası faiz indirimi yaparsa, Karahan’ın kariyeri açısından pişman olabileceği belirtiliyor. Topluma faiz indirimlerinin ekonomiye etkisinin 2026'da görüleceğini anlatmakta çok büyük güçlük çekileceği vurgulanıyor.
Uzmanlar, Türkiye’deki bu sistemsel sorunun kültürel kökenlerine de dikkat çekiyor. Bir banka yöneticisinin söylediği "Sizde Osmanlı DNA’sı var" sözünü hatırlatan uzman, bizde güce biat etme geleneği olduğunu ve sokaklara çıkıp protesto etme kültürünün olmadığını ifade ediyor. Bu durum, kurumların bağımsız çalışmasının beklendiği Batı sisteminden farklı bir yapıyı işaret ediyor.
Dış Politikada Trump'ın Önemi ve F-35 Dengesi
Türkiye-ABD ilişkilerinde Trump’ın varlığı, özellikle savunma sanayii ve güvenlik açısından büyük önem taşıyor. Suriye yüzünden İsrail ile kapışmaya başlanana kadar S-400'lerin ve F-35'lerin bir yararı olmadığı düşünülse de, İsrail'in hava gücü dengeyi değiştirdi. En kötüsüne hazırlanan bir devlet aklı için, İsrail'in hava gücüyle çarpışabilecek bir hava gücüne (F-35'ler veya F-16 yenilenmesi) ihtiyaç duyuluyor. Trump'ın bu konuda Kongre'de çaba sarf etmesi gerekecek; Kamala Haris gibi bir ismin gelmesi durumunda ise F-35'lerin asla verilmeyeceği yorumları yapılıyor.
ABD'nin Ankara Büyükelçisi Tom Barak'ın "Türkiye demokrasi ama biraz da otoriter bir ülke" açıklaması meşruiyet tartışmalarını beraberinde getirse de, uzmanlar ABD ile ilişkilerin sadece meşruiyet düzeyinde kalmadığını, çok fazla iş olduğunu belirtiyor. ABD'nin stratejik önceliği, Türkiye'yi Rusya'ya daha fazla yaklaşmaktan alıkoymak olarak değerlendiriliyor. Bu bağlamda, Trump'ın gelişiyle ABD ile ilişkilerin bir dengeye oturtulduğu ve Türkiye'nin dış politikasının tam bir esneklik kazandığı ifade ediliyor.