Türkiye'nin siyasi tarihine damga vuran o günler, hâlâ yürekleri dağlıyor. Yıllar geçmiş olsa da, bazı yaralar kanamaya devam ediyor. Özellikle 2015'in o karanlık sayfaları, her bahsedildiğinde toplumun sinir uçlarını titretiyor. Bugün, bir kez daha o acının izleri meclis sıralarında canlandı. Bir önerge, bir reddediş ve ardından kopan fırtına... Bu olay, sadece bir tartışma değil; bir milletin vicdan muhasebesi gibiydi. Ama asıl mesele, o reddin ardındaki derinliklerde yatıyor. Neden mi? Gelin, adım adım o kaotik anlara birlikte dalalım.
Aslında her şey, bir önergenin TBMM'ye sunulmasıyla başladı. 10 Ekim 2015'te yaşanan Ankara Gar katliamının aydınlatılması için araştırma komisyonu kurulmasını talep eden bu önerge, meclis gündemine bomba gibi düştü. Muhalefet partileri, yıllardır beklenen adaletin peşindeydi. CHP ve DEM Parti milletvekilleri, kürsüde seslerini yükselttiler. Öte yandan, AKP ve MHP oylarıyla önerge reddedildi. Bu karar, meclis salonunu adeta bir arenaya çevirdi. Bağırışlar, itirazlar, suçlamalar... Salon, bir anda gerginliğin odağı haline geldi. Milletvekilleri arasında tansiyon o kadar yükseldi ki, oturum bir süre askıya alınmak zorunda kaldı. Bu kaos, sadece bir anlık öfke patlaması değildi; yılların birikmiş öfkesinin dışa vurumu gibiydi.
Şimdi, o katliamın gölgesine biraz daha yakından bakalım. 2015 yılı, Türkiye için adeta bir kâbus zinciriydi. Ülkenin dört bir yanında patlayan bombalar, yüzlerce can aldı. Ama Ankara Gar'daki o saldırı, hepsinden farklı bir yara açtı. 10 Ekim sabahı, barış mitingine giden emekçiler, öğrenciler, aydınlar... Hepsi, bir anda cehennemin ortasına düştü. İki canlı bomba, kalabalığın göbeğinde kendini patlattı. Sonuç? 102 masum hayat, bir anda son buldu. Yaralılar arasında hâlâ izlerini taşıyanlar var. O gün, patlamaların şiddetiyle yere yığılan bedenler, sadece istatistik değildi; hayalleri, aileleri yarım kalan insanlar. Katiller, elini kolunu sallayarak gelmişlerdi. Ne bir arama, ne bir kontrol... Sanki birileri, o kapıyı sonuna kadar aralamıştı. Yunus Emre Alagöz gibi isimler, daha önce Suruç'ta kardeşinin izinden gitmiş, IŞİD'in karanlık ağına sızmıştı. Bu bağlantılar, o katliamı tesadüf olmaktan çıkarıyordu.
Muhalefetin sesi, mecliste yankılandı. CHP Malatya Milletvekili Veli Ağbaba, kürsüye çıktığında sesi titriyordu. "Böyle katliamla gelen iktidar varsa, batsın sizin iktidarınız!" diye haykırdı. Sözleri, salonu dondurdu. Ağbaba, katliamların iktidarın tek başına kalma hırsıyla başladığını ima etti. "Bu katliamın arkasındaki güçler, bilinçli bir şekilde aydınlatılmadı" dedi. Mahkeme salonlarında bile, ölenlerin yakınlarına suçlu muamelesi yapıldığını anlattı. "Hiçbir tedbir alınmadı. O katil, çay içe içe geldi. İnsanlık tarihinin en barbar örgütünün önünü açtınız" diye ekledi. Bu sözler, sadece bir eleştiri değildi; bir milletin sessiz çığlığıydı. Ağbaba'nın yüzündeki öfke, o günleri yeniden yaşatıyordu sanki.
Ardından, DEM Parti Grup Başkanvekili Gülistan Kılıç Koçyiğit kürsüye davet edildi. Onun konuşması, daha da derine indi. "Başkentin göbeğinde 104 insanı, elini kolunu sallaya sallaya gelecek katiller... Arama yapılmayacak mı?" diye sordu. Kendi deneyimlerini paylaştı: "Bizim bir eylemde durdurulmadığımız durak yoktur. Miting alanına çantalarımız arana arana gireriz. O gün mitingde yüzlerce arkadaşım vardı, eşim bizzat oradaydı. Yaralıları pankartlarla taşıdı. Orada yaralılara gaz sıkıldı!" Bu detaylar, olayın vahametini gözler önüne seriyordu. Koçyiğit, hiçbir kamu görevlisinin yargılanmadığını vurguladı. "Ülkeyi IŞİD yönetmediğine göre, iktidarı suçlayacağız. İktidar, vatandaşını koruma görevini yerine getirmemiştir. Bu katliama göz yummuştur. Bizzat vekili göz yummadı ama mekanizmayı işletmemiştir" dedi. Sözleri, meclisi bir kez daha ayağa kaldırdı. Muhalefet sıralarından alkışlar yükseldi, iktidar kanadından ise homurdanmalar.
Bu sırada, AKP Grup Başkanvekili Özlem Zengin devreye girdi. Savunması, tartışmayı bambaşka bir boyuta taşıdı. "Dünyanın her yerinde terör örgütleri eylem yapıyor" diye başladı. 11 Eylül'ü örnek verdi: "2 binin üzerinde kişi hayatını kaybetti, ama kendi ülkeleri suçlanmadı." Fransa'daki saldırılardan bahsetti. "Faili IŞİD'se, öfkenizi IŞİD'e yöneltin, devlete değil. Sizin derdiniz devletle" dedi sertçe. Sonra, Türkiye'nin terörle mücadelesini övdü: "Fırat Kalkanı'nı, İdlib'deki operasyonları kim yaptı? Bütün bu mücadeleyi Türkiye yaptı. Bu sayede Suriye'de bir düzen var." Zengin'in sözleri, salonda bölünmüş bir hava yarattı. Bazıları başlarını sallarken, diğerleri itiraz etti. Bu savunma, muhalefeti daha da kızdırdı; zira onlar için mesele, küresel örnekler değil, evin içindeki yangındı.
CHP Grup Başkanvekili Murat Emir, konuşmayı bir adım öteye taşıdı. "Türkiye'nin Suriye sınırını kevgire çevirmek, dünyanın dört bir yanındaki savaşçıları cihat diye göndermek... Bu, vatana en büyük ihanet!" diye patladı. AKP'nin Suriye politikasını yerden yere vurdu: "Rejim değiştireceğiz diye IŞİD'le kol kola oldunuz. Yan yanaydınız, aynı yolda yürüyordunuz. IŞİD'e DEAŞ diyordunuz. Bunun karşılığında Türkiye kan gölüne döndü, beş milyon mülteci kapımıza dayandı. Hâlâ bedelini ödüyoruz." Emir'in bu çıkışı, meclisi tam bir kaosa sürükledi. Milletvekilleri ayağa kalktı, sözlü atışmalar başladı. Oturum başkanı, defalarca sükûnet çağrısı yaptı ama nafile. Bu gerginlik, saatlerce sürdü; dışarıda ise haber ajansları anbean aktarıyordu.
Peki, bu olayların kökeni nereye uzanıyor? 2015'i hatırlayalım. 7 Haziran seçimlerinde iktidar, tek başına kalamadı. Çözüm süreci, o anda rafa kalktı. Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın "Dolmabahçe mutabakatını tanımıyorum" çıkışı, her şeyi değiştirdi. Dönemin Başbakanı Ahmet Davutoğlu'nun "Terörle mücadele defterleri açılırsa, birçok insan insan içine çıkamaz" sözü, hâlâ kulaklarda çınlıyor. Suruç'ta 20 Temmuz'da 33 can gitti. Ceylanpınar'da iki polis öldürüldü, hâlâ faili meçhul. HDP'nin Diyarbakır mitingine bomba atıldı. Bombacının, Suruç'un failiyle aynı çayevinde IŞİD'e katıldığı ortaya çıktı. Adıyaman'a gönderilen bir heyet, bombacıyı Ankara Cezaevi'nde ziyaret etmiş, rapor hazırlamış. O raporda, devletin IŞİD katillerine göz yumduğu, Adıyaman'daki evlerin ilan edilmesine rağmen emniyetin "Seyahat özgürlüğü var" dediği yazıyor. Bu detaylar, katliam zincirinin tesadüf olmadığını gösteriyor.
Ankara Gar'a dönersek... O katiller, "elini kolunu sallaya sallaya" gelmiş. Hiçbir önlem yok. Yaralılara gaz sıkılmış, arama yapılmamış. Oysa muhalefet eylemlerinde her çanta didik didik ediliyor. IŞİD, Türkiye'yi geçiş kapısı olarak kullanıyor; dünyanın militanları buradan akıyor. Patlamalar, tam da AKP'nin "400 km" hayali suya düşmüşken başladı. Bu tesadüf mü? Yoksa birilerinin önünü açtığı bir senaryo mu? Mahkemeler, soruşturmalar... Hiçbiri tatmin edici değil. Kamu görevlileri yargılanmadı. Aileler, hâlâ adalet bekliyor. O gün, sadece 102 can değil; bir ülkenin güven duygusu da öldü.
Meclis'teki o reddediş, bu yarayı yeniden deştirdi. Önerge, aydınlatma için bir umut ışığıydı. Ama AKP-MHP bloğu, "hayır" dedi. Neden? Zengin'in sözleri gibi, küresel örneklerle geçiştirmek mi? Yoksa defterlerin açılmasından korkmak mı? Muhalefet, bunu "göz yumma" olarak nitelendiriyor. Koçyiğit'in dediği gibi, mekanizma işletilmediyse, sorumluluk kime ait? Emir'in Suriye eleştirisi, meseleyi kökten sorguluyor: Sınır kevgire döndü, mülteciler aktı, kan aktı. Fırat Kalkanı ve İdlib operasyonları, elbette bir mücadele. Ama o mücadele, katliamların öncüsü mü oldu? Bu sorular, cevapsız kalıyor.
O günün tanıkları hâlâ konuşuyor. Aileler, sokaklarda, meydanlarda... Unutulmasın diye. Meclis'teki kaos, sadece bir oturum değil; demokrasinin test edildiği bir an. Reddedilen önerge, belki yarın başka bir formda döner. Ama o 102 yüz, o yaralı bedenler... Onlar için adalet, er ya da geç gelecek. Bu katliam, göz yumulmuş bir utanç olarak tarihe mi geçecek? Yoksa vicdanlar uyanır mı? Türkiye, bu yarayı sarmak zorunda. Çünkü unutmak, en büyük ihanet olur.
Bu olay, bize şunu hatırlatıyor: Siyaset, sadece koltuk değil; can meselesi. 2015'in o karanlık dönemi, dersleriyle dolu. Çözüm süreci bittiğinde, yerine gelen neydi? Terörle mücadele mi, yoksa kaos mu? Davutoğlu'nun o meşhur sözü, hâlâ yankılanıyor. Adıyaman raporları, Suruç bağlantıları... Hepsi, bir puzzle'ın parçaları. Ankara Gar, o puzzle'ın en acı parçası. Katillerin çay içerek geldiği bir ülke, nasıl bu hale düştü? Emniyet'in ihmali mi, yoksa daha fazlası mı? Sorular bitmiyor.
Muhalefetin meclisteki direnişi, umut verici. Ağbaba'nın öfkesi, Koçyiğit'in kişisel tanıklığı, Emir'in tarihsel bağlamı... Bunlar, sessiz kalmayan sesler. İktidarın savunması ise, bir kalkan gibi. Ama kalkanlar, her zaman delik deşik olur. Zengin'in operasyon övgüsü, haklı bir gurur taşıyor. Suriye'de DEAŞ'a karşı verilen savaş, inkar edilemez. Ama o savaşın bedeli, Ankara'da mı ödendi? Beş milyon mülteci, kanlı sınırlar... Bu bedel, kime fatura edilecek?
Sonuçta, meclis karıştı ama asıl karışıklık, yüreklerde. O önergenin reddi, bir kapıyı kapattı ama binlerce soru açtı. 10 Ekim, sadece bir tarih değil; bir manifesto. Barış için sokağa çıkanlar, bugün mecliste haykırıyor. Bu haykırış, duyulacak mı? Yoksa rüzgârda kaybolacak mı? Türkiye, bu soruları cevaplamak zorunda. Çünkü yarın, başka bir 10 Ekim olmayacak; ama dersler, bugünden alınmalı. Vicdanlar, eninde sonunda galip gelir. Ve o gün, bu kaosun içinden doğacak.
            
            
                            
                            
                            



