Türkiye'nin terörle mücadelede attığı adımlar, son dönemde PKK'nın disarmament süreciyle yeniden gündemin merkezine oturdu. Naim Babüroğlu'nun çarpıcı açıklamaları, sürecin derin sorunlarını masaya yatırarak, sembolik adımların ötesinde gerçek bir silahsızlandırmanın neden gerçekleşmediğini sorguluyor. PKK'nın KCK yapılanması altında Suriye'de PYD, YPG ve SDF gibi uzantıların 100 bin silahlı unsurla güçlendiği bir tabloda, Abdullah Öcalan'ın emirleri ve entegrasyon tuzakları, Türkiye'nin "terörsüz" geleceğini tehlikeye atıyor. Dışişleri Bakanı'nın uyarıları, MHP lideri Devlet Bahçeli'nin vurguları ve anayasal engellerle dolu bu karmaşık yapı, toplumun güvenini sarsıyor. Peki, bu süreçte neler yaşanıyor ve Türkiye'nin beklenen barış umudu nasıl gölgeleniyor? Ayrıntılara derinlemesine dalalım.
Naim Babüroğlu, terörle mücadele sürecindeki güven eksikliğinin temel sorun olduğunu vurgulayarak başlıyor. Herkesin terörsüz bir Türkiye istediğini kabul etmekle birlikte, sürecin şeffaflık ve samimiyetten yoksun olduğunu belirtiyor. Tutanak sayfalarının 67'den 16-17'ye, oradan da sadece 4 sayfaya indirgenmesini örnek göstererek, bu kısaltmaların güveni zedelediğini ifade ediyor. "Herkes Türkiye'de terörsüz bir Türkiye süreci istiyor. Kim terör istiyor... Ama... güven eksikliği var... 67 sayfadan 16-17'ye, sonra 4 sayfaya indi..." diye anlatıyor. Bu kısaltmalar, sürecin ciddiyetini sorgulatıyor ve kamuoyunda tedirginlik yaratıyor. Babüroğlu, gerçek bir disarmament'in sembolik eylemlerle sınırlı kalamayacağını savunuyor; zira bu tür adımlar, sorunu çözmek yerine derinleştiriyor.
Sürecin en somut başarısızlığı, PKK'nın silah bırakmaması olarak öne çıkıyor. Kandil'de sadece 30 kişinin sembolik olarak silah yaktığı bir eylemle yetinildiğini hatırlatan Babüroğlu, bu silahların eski mi yoksa yeni mi olduğunun bile belirsiz olduğunu söylüyor. Daha da vahimi, örgüt modern silahlara, örneğin M16'lara geçiş yaparak güçleniyor. "PKK da bırakmadı. Silahını bırakmadı," diyerek net bir şekilde vurguluyor. Bu durum, disarmament'in kağıt üzerinde kaldığını ve PKK'nın Kandil'deki varlığını sürdürdüğünü gösteriyor. Babüroğlu, devletin terörist sayısını, ağır silahlarını –mortar, top, UAV, drone gibi– ve iletişim sistemlerini bildiğini, ancak bu bilgilerin kamuoyuyla paylaşılmadığını ekliyor. Bu gizlilik, sürecin denetlenebilirliğini baltalıyor ve toplumun "terörsüz Türkiye" beklentisini boşa çıkarıyor.
PKK'nın yapısını anlamak için KCK –Kürdistan Topluluklar Birliği– kavramını merkeze alan Babüroğlu, örgütün Türkiye, Suriye, Irak ve İran'daki uzantılarını detaylandırıyor. PKK Türkiye'yi, PYD/YPG/SDF Suriye'yi, PÇDK Irak'ı, PK ise İran'ı kapsayan bu yapı, merkezi bir komuta zinciriyle işliyor. Abdullah Öcalan'ın İmralı'dan verdiği emirler, bu ağı güçlendiriyor. Özellikle 2013'ten itibaren Suriye'de güçlenmeleri için talimat verdiğini belirten Babüroğlu, "Terör lideri İmralı'da... Emir verdi... Suriye'yi güçlendirin... SDF, PYD, YPG," sözleriyle Öcalan'ın rolünü ifşa ediyor. Bu emirlerin sonucu, Suriye'de 100 bin silahlı unsurun varlığı. Mazlum Abdi'nin bir röportajında itiraf ettiği üzere, "Toplam 100 bin silahlı kuvvetimiz var, 70 bini silahlı, 30 bini kamu düzeninden sorumlu." Bu güç, silah bırakmadı ve dağılmadı; aksine, hiyerarşisini koruyor.
Suriye'deki gelişmeler, sürecin en kritik boyutunu oluşturuyor. Babüroğlu, Öcalan'ın Suriye'yi "kırmızı çizgi" olarak tanımladığını ve DEM Parti yetkililerinin bunu tekrarladığını aktarıyor. "Suriye onun kırmızı çizgisi... DEM Parti yetkilileri bunu söyledi," diyor. Hüseyin Yayman'ın da belirttiği gibi, Suriye'deki unsurlar Öcalan'a karşı silah bırakmadı ve yeni bir çağrı için koşullar iyileştirilmedi. Mazlum Abdi'nin "Birliğimizi ve bütünlüğümüzü kaybetmeyeceğiz... Hiyerarşik yapımızı koruyacağız," ifadesi, entegrasyonun bir tuzak olduğunu kanıtlıyor. Babüroğlu, bu unsurların Suriye ordusuna iki tugay veya tabur olarak bağlanmasının gerçek bir entegrasyon olmadığını, aksine komuta zincirini bozmadan koruyan bir "tuzak" veya "dolandırıcılık" olduğunu savunuyor. Hatta, bu yapının Şam'da Genelkurmay Başkanı pozisyonuna kadar yükselebileceğini ima ediyor. "Bu entegrasyon değil... Tuzak, bir dolandırıcılık... Eğer bırakmazsa... Terörsüz Türkiye olamaz," diye uyarıyor.
Tarihsel ve uluslararası karşılaştırmalar, Türkiye'nin durumunun benzersizliğini ortaya koyuyor. Babüroğlu, İspanya, İran gibi ülkelerdeki disarmament süreçlerini örnek vererek, PKK örneğinde benzer bir adımın atılmadığını belirtiyor. Dünyada terörle mücadele tarihinde böyle eksik bir sürecin öncülü olmadığını vurguluyor. Bu karşılaştırma, Türkiye'nin kendi yolunu çizmek zorunda kaldığını gösterse de, mevcut yaklaşımın yetersizliğini de tescilliyor. Dışişleri Bakanı'nın açıklamalarına katıldığını belirten Babüroğlu, "Dışişleri Bakanı'nın dediğiyle katılıyorum o konuda..." diyerek resmi görüşle uyumunu gösteriyor. MHP lideri Devlet Bahçeli ve Bakan'ın PKK uzantılarına dikkat çekmesi, siyasi yelpazede geniş bir共识 olduğunu ima ediyor. Ancak, bu uyarılara rağmen Suriye'deki 100 bin unsurlu yapı, disarmament'in sadece Türkiye'yle sınırlı kalmayacağını, bölgesel bir sorun olduğunu kanıtlıyor.
Anayasal ve yasal engeller, sürecin ilerlemesini tıkayan bir başka faktör. Babüroğlu, Türk Anayasası'nın 42. maddesi –yerel yönetimler–, 66., 101., 26. ve 127. maddelerini işaret ederek, cumhurbaşkanlığı, resmi dil Türkçe, vatandaşlık ve ifade özgürlüğü gibi konuları ele alıyor. Bu maddelerin değiştirilmesi veya yorumlanması, disarmament için zorunlu görülüyor. "Bazı yasal değişiklikler... Anayasa Madde 42... 66, 101, 26, 127..." diye sıralıyor. Bu değişiklikler olmadan, KCK yapılanmasının tamamen silahsızlandırılması imkansızlaşıyor. Babüroğlu, panele katılan Serap ve Saruhan Uluc gibi isimlere hitaben, bu maddelerin tartışılmasını teşvik ediyor. Sürecin, sembolik adımlarla değil, köklü reformlarla ilerlemesi gerektiğini savunuyor.
Güven krizi, sürecin temel yarası olarak kalıyor. Babüroğlu, panelde "Sayın Saruhan" diye hitap ederek, tartışmayı genişletiyor ve herkesin terör istemediğini tekrarlıyor. Ancak, Öcalan'ın emirleri ve Suriye'deki güçlenme, bu güveni erozyona uğratıyor. 100 bin unsurlu ordunun hiyerarşisini koruması, entegrasyonun bir illüzyon olduğunu gösteriyor. "100 bin silahlı unsur... Silahlarını bırakmadı... Dağılmadı..." sözleri, durumun aciliyetini yansıtıyor. Bu yapı, Türkiye'nin sınır ötesi güvenliğini tehdit ederken, içerdeki uzlaşı arayışını da baltalıyor. Babüroğlu, gerçek bir "terörsüz Türkiye" için KCK'ın tüm uzantılarının silahsızlandırılmasını şart koşuyor.
Sürecin geleceği, bu eleştiriler ışığında belirsiz. Babüroğlu'nun açıklamaları, disarmament'in sembolik olmaktan öteye geçmesi gerektiğini haykırıyor. Suriye'deki PKK uzantılarının 70 bin silahlı gücü, Öcalan'ın kırmızı çizgileri ve anayasal tıkanıklıklar, Türkiye'yi yeni bir sınavla karşı karşıya bırakıyor. Dışişleri Bakanı ve Bahçeli'nin uyarıları, siyasi iradenin farkındalığını gösterse de, eylem eksikliği eleştiriliyor. Mazlum Abdi'nin itirafları, tablonun vahametini artırıyor. Bu tartışmalar, kamuoyunda yeni bir farkındalık yaratırken, önümüzdeki adımların şeffaflık ve kararlılıkla atılması zorunluluğunu hatırlatıyor.
Sonuçta, Naim Babüroğlu'nun bu derinlemesine analizi, PKK disarmament sürecinin perde arkasını aydınlatıyor. Güven eksikliği, sembolik eylemler, Suriye'deki 100 bin unsurlu tehdit ve anayasal engeller, "terörsüz Türkiye" idealini gölgeliyor. Babüroğlu, entegrasyon tuzaklarına dikkat çekerek, gerçek silahsızlandırmanın yolunu işaret ediyor. Bu süreç, Türkiye'nin 40 yıllık terör yükünden kurtuluşu için kritik bir dönemeç; Babüroğlu'nun sesi, bu dönemeçte rehberlik etmeye devam edecek. Toplumun tüm kesimleri, bu uyarıları dikkate alarak uzlaşı arayışını güçlendirmeli.





