Merkez Bankası'nın son Para Politikası Kurulu toplantısında aldığı kararlar, Türkiye ekonomisinin kırılgan dengelerini bir kez daha gündeme taşıdı. Piyasaların beklentisi doğrultusunda gerçekleştirilen 1.5 puanlık faiz indirimi, dışarıdan bakıldığında kontrollü bir adım gibi görünse de, içerdiği çelişkilerle uzmanların eleştiri oklarını üzerine çekti. Enflasyonla mücadelede kararlılık vurgusu yapan metinlerdeki şahin ifadeler, uygulamadaki yumuşaklık karşısında yetersiz kaldı. Bu durum, Merkez Bankası'nın söylem ve eylem arasındaki uçurumu, ekonominin geleceği açısından bir uyarı sinyali olarak yorumlanıyor.
Yılın başlarından beri enflasyon hedefinin revize edileceği yönündeki tahminler, bu indirimle daha da güçlendi. Özellikle 2026 için yüzde 16 olarak korunan hedefin, gerçekte yüzde 20'ye, hatta yüzde 19'a çekileceği öngörülüyor. Ancak mevcut politikaların devam etmesi halinde, bu revizyonun bile tutturulamayacağı ve Merkez Bankası'nın fiilen yüzde 25 civarında bir enflasyona razı olacağı belirtiliyor.
Bu senaryo, yıllardır süren ekonomik belirsizliğin en somut yansımalarından biri olarak, hem yatırımcıları hem de sıradan vatandaşları endişelendiriyor. Faiz indiriminin hemen ardından piyasaların verdiği ilk tepki, beklentilerin ötesinde bir indirim ihtimalini fiyatladıklarını ortaya koydu. Her ne kadar 1.5 puanlık indirim öngörülse de, 2 puanlık bir adımın umuduyla hareket eden borsa ve döviz kurları, karar sonrası kısa süreli bir dalgalanma yaşadı. Uzmanlar, bu tepkinin ardından piyasaların yatay bir seyir izleyeceğini, yani ne büyük bir yükseliş ne de düşüş beklenmeyeceğini ifade ediyor. Bu yataylık, belirsizliğin bir göstergesi; zira yatırımcılar, Merkez Bankası'nın sinyallerini tam olarak okuyamıyor.
Karar metninde enflasyonun ana eğiliminde hafif bir gerileme olduğu belirtilirken, üçüncü çeyrek büyüme hızının beklentilerin üzerinde gerçekleştiği vurgulandı. Buna karşın, dördüncü çeyrekte talep görünümünün dezenflasyona destek verecek düzeyde olacağı beklentisi, iyimser bir ton katıyor. Ancak gıda fiyatlarındaki olumlu gelişmelere rağmen, enflasyon beklentileri ve fiyatlama davranışlarının hâlâ risk taşıdığına dikkat çekiliyor. Merkez Bankası, görünümün hedefe yaklaşmaması halinde para politikasını sıkılaştıracağını söylese de, neden tam da bu anda 1.5 puanlık indirime gidildiği büyük bir soru işareti yaratıyor. Bu çelişki, söylemdeki sertlik ile uygulamadaki gevşeklik arasındaki derin uçurumu net bir şekilde gözler önüne seriyor.
Karar sonrası ekonomistlerin yorumları, bu çelişkiyi merkeze alarak şekillendi. Çoğu iktisatçı, büyümenin yüksek seyretmesi ve enflasyondaki düşüşün büyük ölçüde gıda kaynaklı olmasına rağmen, 1.5 puanlık indirimin yanlış bir hamle olduğunu savunuyor. Bu indirim, enflasyonla mücadelenin ciddiyetini zedeliyor ve piyasalara karışık sinyaller gönderiyor. Uzun vadede, bu tür adımlar güven erozyonuna yol açabilir; zira Merkez Bankası'nın bağımsızlığı sorgulanıyor. Piyasadan gelen faiz indirim taleplerine kulak verme eğilimi, kurumun gerçekleri gördüğü halde baskılara boyun eğdiği izlenimini veriyor.
Bu tavır, sadece ekonomik aktörleri değil, uluslararası kredi derecelendirme kuruluşlarını da tedirgin ediyor. Faiz indiriminin siyasi bir baskının yansıması olarak yorumlanması, tartışmaları daha da alevlendiriyor. Siyasi iktidarların enflasyon hedefinde belirleyici rolü olduğu su götürmez bir gerçek; ancak Merkez Bankası'nın başarısı, bu hedefe ulaşmak için attığı somut adımlarla ölçülüyor. Kağıt üzerinde araç bağımsızlığına sahip olsa da, uygulamada bu bağımsızlık ne kadar gerçekçi? İşte tam burada, cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminin getirdiği yapısal sorunlar devreye giriyor.
Bu sistemde, Merkez Bankası'nın bağımsız hareket etme kapasitesi sınırlı kalıyor ve bu durum, enflasyonla mücadelede güven yaratmayı imkansız hale getiriyor. Ekonomistler, Merkez Bankası yönetiminin mevcut tutumuyla, piyasalara ve halka güven aşılamasının çok zor olduğunu vurguluyor. Her karar, siyasi iradenin büyüme odaklı politikalarıyla uyumlu hale getirilmek zorunda kalıyor; enflasyon ise "nereye inerse oraya razı olunacak" bir unsur gibi görülüyor. Bu yaklaşım, yıllardır süren ekonomik programın tüm yükünü çalışanlar ve emekliler üzerine bindirmenin haklılığını iyice sorgulatıyor. Enflasyonla mücadele, asgari ücret düzenlemeleriyle sınırlı tutulamaz; zira bu, sorunun köküne inmeyen yüzeysel bir yöntem.
Merkez Bankası'nın enflasyon hedefi konusundaki ısrarı, gerçekçi bir tablo çizmiyor. 2026 için yüzde 16'lık hedefin değiştirilmemesi, piyasalarda hayal kırıklığı yarattı. Yıl başındaki tahminler, bu hedefin yüzde 20'ye, muhtemelen yüzde 19'a revize edileceğini işaret ediyordu. Ancak indirim kararı, bu revizyonun kaçınılmazlığını pekiştirdi. Mevcut tavrın devamı halinde, hedefin tutturulamayacağı ve Merkez Bankası'nın yüzde 25 enflasyona razı olacağı öngörüsü, ekonominin rotasını netleştiriyor. Bu oran, günlük hayatı doğrudan etkileyen fiyat artışlarını tetikleyecek ve alım gücünü eritecek. Karar notlarında belirtilen gıda fiyatlarındaki olumlu gelişmeler, geçici bir rahatlama sunsa da, genel enflasyon dinamiklerini değiştirmiyor. Fiyatlama davranışlarındaki riskler, hâlâ yüksek enflasyon beklentilerini besliyor. Merkez Bankası'nın sıkılaştırma vaadi, kulağa hoş gelse de, bugünkü indirimle çelişiyor.
Bu vaadin ne kadar samimi olduğu, önümüzdeki toplantılarda test edilecek. Piyasaların ilk tepkisi, 2 puanlık indirim umudunu yansıtıyordu; ancak gerçekliğin 1.5 puanla sınırlı kalması, temkinli bir bekleyişi tetikledi. Borsa endeksleri hafif bir gerileme yaşarken, döviz kurları da sınırlı hareket etti. Analistler, bugünden itibaren yatay bir seyrin hakim olacağını, zira yatırımcıların net bir yön bulamadığını belirtiyor. Bu belirsizlik, yabancı sermaye girişini yavaşlatabilir ve ekonomik büyümeyi frenleyebilir. Üçüncü çeyrekteki yüksek büyüme, olumlu bir işaret olsa da, dördüncü çeyrek talebinin dezenflasyona katkı sağlayacağı beklentisi, iyimserlikten öte bir temenni gibi duruyor.
Siyasi boyut, Merkez Bankası eleştirilerinin en hassas noktası. İndirim kararının siyasi baskının bir göstergesi olarak görülmesi, kurumun özerkliğini gölgeliyor. Siyasi iktidar, büyüme hedeflerini ön planda tutarken, enflasyon ikincil bir sorun haline geliyor. Bu dengesizlik, Merkez Bankası'nı zor durumda bırakıyor. Araç bağımsızlığı, teoride var olsa da, pratikte siyasi iradeye tabi. Bu durum, cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminin bir sonucu olarak değerlendiriliyor. Sistem, kamu kurumlarının etkinliğini zayıflatıyor ve enflasyonu tek haneye indirmeyi imkansız kılıyor.
Ekonomistler, bu yapısal sorunun çözülmeden, sürdürülebilir bir iyileşme beklenemeyeceğini söylüyor. Yıllardır uygulanan ekonomik program, sosyal adaletsizliği derinleştiriyor; zira enflasyon yükü, düşük gelir gruplarına yıkılıyor. Asgari ücret zamları, geçici bir tampon olsa da, sistemik reformlar olmadan yetersiz kalıyor. Merkez Bankası'nın güven vermemesi, kredi notu risklerini artırıyor ve uluslararası piyasalarda Türkiye'nin itibarını zedeliyor. Gelecekteki faiz kararları, bu çelişkileri giderecek mi? Yoksa indirim döngüsü devam mı edecek? Bu sorular, ekonominin nabzını tutuyor.
Özetle, Merkez Bankası'nın son hamlesi, söylemdeki kararlılıkla uygulamadaki tereddüt arasındaki uçurumu derinleştirdi. Enflasyon hedefinin revize edilmesi kaçınılmaz görülüyor, ancak mevcut politikalarla başarı şansı düşük. Piyasalar yatay seyrederken, uzmanlar siyasi baskıların rolünü vurguluyor. Bu süreç, Türkiye ekonomisinin yapısal sorunlarını bir kez daha hatırlatıyor ve kalıcı çözümler için acil adımlar atılmasını gerektiriyor. Enflasyonla mücadelenin ciddiyeti, sadece metinlerde değil, eylemlerde de görülmeli. Aksi takdirde, yüzde 25'lik bir razı oluş, kaçınılmaz bir gerçeklik haline gelebilir. Bu tablo, hem büyüme hayallerini hem de fiyat istikrarını tehdit ediyor; vatandaşlar ise bu belirsizliğin faturasını ödemeye devam ediyor.




