Gerçek Gündem Haberleri

Gerçeklerin Peşinde Uçurum Kenarındaki Yaşam

Gazetecilik tutkusuyla dolu bir hayatın karanlık sırları ortaya çıkıyor; işkenceler, tehditler ve devrim niteliğinde değişimler – bu çarpıcı hikaye, cesaretin sınırlarını zorlayacak ve sizi soluksuz bırakacak!

Hayat bazen bir macera romanı gibi akar, değil mi? Özellikle gazetecilik gibi bir meslekte, her gün yeni bir sır perdesi aralanır, ama bu sırlar bazen insanın yüreğini dağlar. Topluma gerçekleri anlatmak uğruna nice tehlikelere göğüs germiş biriyseniz, anılarınız adeta bir korku filmini andırır. Peki, bu tür bir yaşam nasıl şekillenir ve neden böylesine etkileyici? Gelin, bu inanılmaz yolculuğa birlikte adım atalım, çünkü her detay sizi daha da derinden etkileyecek.

Asıl hikaye, yılların deneyimli bir gazetecisinin anılarında gizli. Bugün, Ankara'da TEDxBilkent konuşmacıları arasında yer alacak biri, salonu dolduran izleyicilere hayatından çarpıcı kesitler sunmaya hazırlanıyor. Günlerdir düşünüyor: Hangi anıyı paylaşsam? O kadar çok ki... Mesela, Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi'ndeki korkunç gerçekleri mi? Dr. Yıldırım Aktuna'nın başhekim olmasından önceki dönem, adeta Nazilerin toplama kamplarını andırıyordu. Değişim kolay olmamıştı, çünkü hastane ile İstanbul'un ünlü ruh hekimlerinin muayenehaneleri arasında sağlam çıkar ilişkileri vardı. Bu bağlar, gerçeklerin üstünü örtüyordu, ama bir gazeteci olarak bunları gün yüzüne çıkarmak gerekiyordu.

Hastanenin bazı bölümleri toplumdan gizleniyordu. Tavandan zemine uzanan demir parmaklıklı koğuşlarda hastalar hapsedilmişti. Kadın ve erkekler bir arada, hepsi çırılçıplak. Görevlilerin gözü önünde cinsel ilişkiler yaşanıyordu. Yetkililere sorduğumda, "Bunlar iyileşme şansı olmayan, aranıp sorulmayan hastalar. Elbise tutmuyorlar, parçalıyorlar. Zincirlemek lazım ama yapmıyoruz. Öldüklerinde üniversite hastanelerine kadavra olarak gönderiyoruz," diyorlardı. Bu sözler, insanı dehşete düşürüyordu; sanki bir insanlık dışı dünya vardı orada.

Başka bir koğuş, yeraltı sığınağına benziyordu. Sadece yol hizasında demir parmaklıklı bir pencere, rutubet, küf ve pislik dolu. Doktorlar nadiren uğruyor, hastabakıcılar küfürler ederek yiyecek atıp gidiyordu. Hastalar açlıktan bir deri bir kemik kalmıştı, perişan halde. İlgi, sevgi ve şefkatten yoksun bırakılmışlardı, hiçbir şeyi sevemez hale gelmişlerdi. Koğuşun ortasında ahırdaki gibi bir yalak vardı; akli dengesi bozuklar dışkılarını buraya yapıyor, susayanlar çaresizce bu yalaktan su içiyordu. Tavanda duvardan duvara kalın kalaslar, üzerlerinde kasap kancaları. Kaçmayı başaran bir hasta, yaşlı gözlerle anlatıyordu: "Hastalar bu kancalara kendilerini asıp intihar ediyorlardı!"

Dokuz yaşındaki bir çocuk, ellerine ters kelepçe takılıp zalimce dövülerek, kamçılanarak işkenceye maruz kalmıştı. Kapatıldığı yerde gökyüzünü bile göremiyordu. Zavallı, sırtlan sürüsünün ortasında parçalanmayı bekler gibi bakıyordu. Röportaj yaptığımız hasta yakınları benzer vakaları dile getiriyordu. Adli serviste yaşananlar da korkunçtu: Bir hekim, cezaevlerinden rüşvetle hasta yollandığını, amaçlarının hükümlüleri 'deli raporu' ile kurtarmak olduğunu söylüyordu. Başka bir hekim, emniyet tedbiri alınmadığını, birçok tutuklu ve mahkumun kaçtığını belirtiyordu. On dört yıla hükümlü biri, ücret karşılığı 'deli raporu' alındığını, serviste uyuşturucu satıldığını, dışarıya adam kaçırıldığını, yoksul hastaların bodrum hücrelerine atıldığını, umutsuzluktan intiharların arttığını anlatıyordu.

Hastane demirhanesinin ustabaşısı, kalorifer onarımı sırasında bir kuru kafa bulduğunu söylüyordu. "Burada sayım yapılmadığından, hasta girmiş, ölmüş, üzerine beton dökülmüş," diyordu. Bazı kadın hastalar gece alınarak batakhanelere götürülüyor, zorla fuhuş yaptırılıyordu. İtiraz eden biri, E-5 karayolunda kamyon altına atılıp öldürülmüştü. Dr. Yıldırım Aktuna'nın başhekimliğiyle 11. Bölüm denilen kalorifersiz, penceresiz yer ortaya çıktı; hastalar buraya kapatılıp ölüme terk ediliyordu. Aktuna'dan önce hastane, hapishanelerden beter, insanoğlunun gaddarlığını gösteren bir toplama kampıydı.

Bu gerçekleri ortaya çıkarmak kolay değildi. Üzerime çok gelindi, toplum bilmesin diye. TRT Yönetim Kurulu'ndaki bir ruh hekimi, beni Adli Tıp Kurumu'na çağırdı, güya sohbet için. Ama maksat tehditmiş: Demir parmaklıklı koğuş önünde, zincirli cinayet şüphelilerini gösterip "İnsan ne oldum değil, ne olacağım demeli," dedi. Pabuç bırakmayınca, programımda hastanenin korkunç geçmişini anlatan bölümleri sansürlediler. Bunun üzerine, özel televizyonlar yokken, mesleğimi bırakmayı göze alıp TRT'den istifa ettim.

Peki, başka anılar? Avrasya feribotunda, 40 derece ateşe rağmen helikopterde kollarım yorulana kadar asılı kalmam mı? Ya da ABD'de Bezmenlerin malikanesindeki meşru savunmamız mı? Anlatacak o kadar çok şey var ki... Her biri, gerçekleri anlatmak uğruna uçurum kenarında geçen bir yaşamın parçası. Bu deneyimler, gazeteciliğin ne kadar tehlikeli ama bir o kadar da gerekli olduğunu gösteriyor. Topluma ışık tutmak, bazen karanlıkta yürümek demek.

Bu hikayeler, sadece bireysel mücadele değil; toplumun karanlık yüzünü aydınlatma çabası. Hastanedeki değişim, Aktuna gibi vizyonerlerle mümkün oldu, ama öncesi unutulmamalı. Tehditler, sansürler, işkenceler – hepsi gerçeklerin bedeli. Bugün modern bir merkez olan hastane, o korkunç geçmişten ders çıkardı. Ama gazeteciler hâlâ o uçurum kenarında yürüyor, çünkü toplumun bilme hakkı var.

Düşünün, o koğuşlardaki hastaların çaresiz bakışlarını... Ya da kuru kafanın hikayesini... Bunlar, insanlığın utanç sayfaları. Anlatmak, değiştirmek için ilk adım. TEDx konuşmasında bunlar paylaşılacak, belki yeni nesillere ilham olacak. Gerçeklerin peşinde bir ömür, tehlike dolu ama anlamlı. Her gazeteci, bu yolda yürürken uçurumu hisseder, ama durmaz.

Bu yaşam, derslerle dolu: Cesaret, doğruluk, mücadele. Topluma gerçekleri anlatmak, bazen kendi hayatını riske atmak demek. Ama sonuç? Değişim, aydınlık, umut. Bu hikaye, sadece bir gazetecinin değil; hepimizin hikayesi. Karanlığı yenmek için ışığı yakmak gerek.