Gelecek döneme dair ekonomik beklentiler toplumun her kesiminde büyük bir merak uyandırmaya devam ediyor. İnsanlar cüzdanlarındaki erimenin ne zaman duracağını ve yeni kararların hayatlarını nasıl etkileyeceğini anlamaya çalışıyor. Her köşe başında konuşulan ortak konu, yaklaşan büyük değişimlerin getireceği belirsizlikler ve potansiyel etkiler üzerine yoğunlaşıyor. Uzmanların yaptığı derinlemesine analizler, alışılagelmiş tahminlerin çok ötesinde bir tabloya işaret ediyor. Bu sessiz ama derinden gelen hazırlık süreci, aslında çok daha büyük bir dönüşümün habercisi niteliğinde olabilir. Herkesin gözü kulağı verilecek olan nihai kararlarda olsa da, asıl detaylar henüz geniş kitlelerle tam olarak paylaşılmadı.

Geçmiş yılların mali verileri ve bütçe planlamaları masaya yatırıldığında, hedeflenen rakamlar ile hayatın gerçekleri arasındaki uçurum net bir şekilde görülüyor. Özellikle son bir yılın verilerine bakıldığında, çalışan kesimin mevcut sistemden ciddi bir alacaklı pozisyonuna düştüğü açıkça ortaya çıkıyor. Planlanan enflasyon hedeflerinin defalarca revize edilmesi, geçmiş dönemden kalan yaklaşık yüzde 15'lik bir kaybın telafi edilmesini zorunlu kılıyor. Matematiksel olarak yapılan hesaplamalar, yapılması gereken ile yapılmakta olan arasındaki makasın artık sürdürülemez bir noktaya geldiğini gösteriyor. Bu durum, yeni dönemde atılacak adımların sadece basit bir rakam güncellemesi değil, aynı zamanda bir hak teslimi olması gerektiğini kanıtlıyor. Gelecek yılın bütçe hedefleri, bu büyük borcun nasıl ödeneceği sorusu etrafında şekillenmek zorunda kalacak.

Enflasyon artışının yüzde 30 seviyelerinde seyrettiği bir atmosferde, genel büyüme rakamlarının da hesaba katılması kaçınılmaz bir zorunluluk haline geliyor. Uzmanlara göre, tüm bu veriler alt alta konulduğunda yapılacak artış oranının yüzde 45 ile 50 bandının altında kalması matematiksel bir hata olarak değerlendiriliyor. Bu oranların altında kalacak her türlü senaryo, alım gücünün daha da gerilemesine yol açacak bir zincirleme reaksiyonu tetikleyebilir. Beklenen rakamlar teorik olarak 33 bin lira seviyelerine işaret etse de, mevcut piyasa koşullarında telaffuz edilen rakamlar 27-28 bin lira civarında yoğunlaşıyor. Bu belirsizlik, yılın ilk aylarında yaşanacak olan ekonomik iklimin ne kadar sert ve rüzgarlı olacağının en somut göstergesi niteliğinde. Karar vericilerin bu matematiksel gerçekliği görmezden gelmesi, toplumsal refah dengesini tamamen bozma riski taşıyor.

Alım gücündeki erime sadece kağıt üzerindeki rakamlarla değil, gündelik hayatın içindeki temel mal ve hizmetlere erişimle de doğrudan ilgili bir durum teşkil ediyor. Geçmişte tek haneli enflasyon dönemlerinde bile uygulanan ara zamların bu yıl gündemde olmaması, çalışanların bir yıl boyunca aynı gelirle geçinmek zorunda kalacağı gerçeğini ortaya koyuyor. Ocak ayında cüzdanlara girecek olan ücret ile Şubat ayında karşılaşılan piyasa koşulları arasındaki farkın, şimdiden açlık sınırı ile kafa kafaya gelmesi bekleniyor. Satın alma gücünün önceki yıllara oranla neredeyse 15-16 bin lira seviyelerine gerilediği bir senaryoda, insanların enflasyon altında ezilmemesi teknik olarak imkansız bir hal alıyor. Bu durum, hane halkı bütçelerinde telafisi mümkün olmayan derin yaralar açmaya ve geçim derdini birinci sıraya taşımaya devam edecek. İnsanlar sadece ay sonunu değil, artık aldıkları maaşın aynı günün akşamına kadar yetip yetmeyeceğini hesaplamak zorunda kalıyor.

Bankada Nakdi Olanlar İçin Geri Sayım: 30 Yıllık Devrim Kapıda!
Bankada Nakdi Olanlar İçin Geri Sayım: 30 Yıllık Devrim Kapıda!
İçeriği Görüntüle

Kamu bütçesinin harcama kalemlerine bakıldığında ise sosyal dengeyi sarsan çok daha çarpıcı bir tablo ile karşılaşılıyor. Yılın ilk 11 aylık verilerine göre faiz harcamalarına ayrılan yaklaşık 1 trilyon 935 milyar liralık devasa bütçe, eğitim ve sağlık harcamalarını açık ara geride bırakmış durumda. Eğitim için ayrılan 1 trilyon 374 milyar ve sağlık için ayrılan 1 trilyon 1 milyar liralık rakamlar, faiz yükünün yanında sönük kalıyor. Yeni yatırımlara ayrılan payın faiz giderlerinin neredeyse yarısında kalması, bütçedeki önceliklerin ne kadar saptığını kanıtlıyor. Bu harcama dengesizliği, sosyal devlet ilkelerinin sahadaki karşılığını ciddi şekilde zayıflatırken toplumun geleceğine yapılacak yatırımları da engelliyor. Kaynakların verimli kullanılamaması, toplumun geniş kesimlerinin refah seviyesini doğrudan ve olumsuz etkileyen kronik bir soruna dönüşüyor.

Toplumsal boyuttaki ekonomik kriz, icra dosyalarındaki rekor artışla kendisini her geçen gün daha fazla hissettirmeye devam ediyor. Tarihte daha önce eşine rastlanmamış bir şekilde 43.3 milyon kişinin icralık olması, borç sarmalının toplumun kılcal damarlarına kadar sızdığını gözler önüne seriyor. Toplam kredi borçlarının 5.4 trilyon liraya ulaşması, bireylerin finansal olarak hareket edemez hale geldiğini açıkça gösteriyor. Borçlanma oranındaki yüzde 42'lik korkunç artış, temel ihtiyaçlarını karşılamak için bile banka kredilerine ve kredi kartlarına sarılan devasa bir kitleyi işaret ediyor. Kara listeye giren ve bankacılık sisteminden tamamen dışlanan milyonlarca insan için finansal özgürlük artık ulaşılması imkansız bir hayal haline gelmiş durumda. Bu tablo, sadece ekonomik bir başarısızlık değil, aynı zamanda büyük bir toplumsal travmanın da ayak seslerini temsil ediyor.

İşveren maliyetlerinin artması ve bu yükün nasıl dengeleneceği konusu, çözüm bekleyen bir diğer büyük düğüm olarak masada duruyor. Devletin, geçmişte döviz korumalı mevduat hesaplarında veya büyük altyapı projelerinde yaptığı sübvansiyonları artık doğrudan çalışan kesim için de devreye alması gerekiyor. İşverenin üzerindeki maliyet yükünün kamu tarafından karşılanması, enflasyonla mücadelede ve toplumsal barışın korunmasında anahtar bir rol oynayabilir. Eğer kamu otoritesi bu sorumluluğu üstlenmez ve sadece vatandaştan fedakarlık beklemeye devam ederse, toplumun yüzde 90'ının yoksulluk sınırının altında kalması kaçınılmaz olacaktır. Tasarrufun önce kamuda lüks ve şatafattan vazgeçilerek başlaması, israfın önlenmesi ve muslukların altındaki kara deliklerin kapatılması bu sürecin yegane kurtuluş reçetesidir. Yanlış öncelikler ve hatalı projelerin faturası artık halkın omuzlarından alınmalı ve gerçekçi bir yapısal reforma gidilmelidir.

Döviz ve emtia piyasalarına dair beklentiler de bu karamsar ekonomik tablonun ayrılmaz bir parçası olarak şekilleniyor. Yıl sonu itibarıyla doların 42-43 lira seviyelerinde dengelenmesi beklenirken, altının 2027 ve 2028 yıllarına kadar yükseliş trendini güçlü bir şekilde koruyacağı öngörülüyor. Küresel çapta yaşanan siyasi değişimler ve rezerv para birimi arayışları, kıymetli metalleri yatırımcılar için en güvenli liman yapmaya devam ediyor. Doların enflasyonun altında bir artış sergileyeceği tahmin edilse de, kıymetli metallerin yatırımcısını üzmeyeceği ve yükselişini sürdüreceği uzmanlarca dile getiriliyor. Finansal okuryazarlığın her zamankinden daha kritik olduğu bu dönemde, piyasalardaki oynaklığın uzun bir süre daha devam edeceği anlaşılıyor. Tüm bu veriler, önümüzdeki yılların sadece büyük bir sabır testi değil, aynı zamanda köklü ve sarsıcı değişimlerin yaşanacağı bir dönüm noktası olacağını gösteriyor.