Gündemin baş döndürücü hızı içerisinde, toplumun her kesimini derinden etkileyen olaylar silsilesi birbiri ardına yaşanmaya devam ediyor. Sokaktaki vatandaşın kulağı fısıltı gazetesinde, gözü ise yetkililerden gelecek bir çift sözde kalmış durumda. Her geçen gün yeni bir iddia ortaya atılırken, belirsizlik bulutları vatanımızın semalarından bir türlü dağılmak bilmiyor. Geleceğe dair duyulan endişe ile umut arasında mekik dokuyan milyonlar, aslında kapalı kapılar ardında nelerin kurgulandığını merakla bekliyor. Bu heyecan verici ve bir o kadar da karmaşık sürecin detaylarına indiğimizde, karşımıza çıkan manzara hepimizi hayrete düşürecek nitelikte.
Geçtiğimiz günlerde Karadeniz üzerinden havalanan ve rotasını doğrudan vatanımızın kalbine, başkent semalarına çeviren gizemli bir insansız hava aracı (İHA) tüm dengeleri sarsmış durumda. Bu hava aracının hangi noktadan havalandığı, kime ait olduğu ve asıl amacının ne olduğu konusu hala gizemini koruyor. Savunma yetkililerinin "prosedürler tamamlandıktan sonra uygun yerde düşürüldü" şeklindeki kısa açıklaması, kamuoyundaki merak ateşini söndürmeye yetmedi. Neden Ankara sınırlarına kadar beklendiği ve bu aracın içinde herhangi bir biyolojik risk olup olmadığı gibi hayati sorular hala cevaplanmış değil. Milletin devleti olan bu yapıda, şeffaflığın bir kenara itilmesi ve asıl sahiplerden bilgi saklanması, güven duygusunun zedelenmesine yol açıyor.
Geçmişte yaşanan hava sahası ihlallerini ve bu olayların ardından gelişen diplomatik krizleri hatırladığımızda, devletin ciddiyetinin sessizlikte değil, özgüvenli bir şeffaflıkta yattığı daha net anlaşılıyor. Bir devletin gücü, sadece mühimmatıyla değil, vatandaşına verdiği güvenle ve paylaştığı doğru bilgilerle ölçülür. Eğer bilgi akışı kesilirse, dedikodular ve söylentiler güvenlik mekanizmalarının en büyük düşmanı haline gelir. Başkent gibi stratejik bir noktanın semalarında dolaşan yabancı bir gölgenin hikayesi, sadece bir savunma meselesi değil, aynı zamanda halkın haber alma hakkının bir sınavıdır. Yetkililerin bu konuda neden daha detaylı bir açıklama yapmadığı ise akıllarda soru işareti bırakmaya devam ediyor.
Siyasetin bir diğer sıcak başlığı ise son günlerde meclis koridorlarında sıkça fısıldanan ve adına "barış yasası" denilen yeni düzenleme girişimidir. İktidarından muhalefetine kadar birçok partinin kendi içinde hazırladığı bu teklifler, vatanımızın gelecekteki toplumsal barışını doğrudan ilgilendiriyor. Bazı kesimler bu süreci tarihi bir fırsat olarak nitelerken, diğerleri ise bunun sadece siyasi bir manevradan ibaret olduğunu savunuyor. Özellikle "umut hakkı" ve belirli isimlerin tahliyesi gibi konuların bu yasa metinlerinde nasıl yer alacağı, siyasi kulislerin en çok tartıştığı detaylar arasında bulunuyor. Ancak kağıt üzerindeki metinlerden ziyade, bu yasayı uygulayacak olan zihniyetin değişip değişmeyeceği asıl merak konusu.
Eski bir fıkrada anlatıldığı gibi, gidilecek yolun ne kadar süreceğini ancak yolcunun yürüyüş hızına bakarak anlayabiliriz. Bugün vatanımızda hukukun ve adaletin terazisi, bazen kişilere veya siyasi yakınlıklara göre farklı kefelere ağırlık koyabiliyor. Düşüncelerini ifade ettiği için cezaevlerinde bulunan binlerce insan varken, sadece adında "barış" geçen bir yasanın gerçek huzuru getirip getirmeyeceği büyük bir tartışma konusu. Gerçek bir barış; lütuf olarak sunulan bir metin değil, adaletin ve güvenin her bir ferde eşit şekilde tesis edildiği bir sistemle mümkündür. İnsanlar artık tabelaların değişmesini değil, aynı yöne samimiyetle yürünüp yürünmediğini görmek istiyor.
Yılın son günlerine damga vuran 26 ilde gerçekleştirilen kapsamlı seçim anketi ise siyasetçilerin uykusunu kaçıracak cinsten sonuçlar ortaya koydu. Araştırma sonuçlarına göre vatanımızın "birinci partisi" ne iktidar ne de ana muhalefet; %27,4 ile kararsızlar ve sandığa gitmeyeceğini söyleyenler oldu. Ana muhalefet partisi %24,6'da kalırken, iktidar partisinin %22,8'e gerilemiş olması, toplumdaki derin sessizliğin bir yansıması olarak görülüyor. Bu devasa kitle aslında siyasetten kopmuş değil, aksine mevcut siyasi dilden ve bitmek bilmeyen kavgalardan yorulmuş bir toplumu temsil ediyor. İnsanlar artık kendilerini ikna edebilecek, umut verecek ve güven inşa edecek yeni bir soluk arayışındalar.
Vatanımızda yaşanan bu tabloya sosyolojik açıdan bakıldığında, "yorgun toplum sendromu" ile karşı karşıya olduğumuz açıkça görülüyor. Sürekli kriz dili, tehditler ve "benden olan-olmayan" ayrımı, vatandaşın siyaset kurumuna olan inancını her geçen gün biraz daha eritiyor. Ekonomik zorluklar ve liyakat sorunları halkın öncelikli gündemiyken, siyasetin hala ideolojik körlüklerle hareket etmesi büyük bir duygusal kopuşa neden oluyor. Artık bağıran değil, çözüm üreten; korkutan değil, birleştiren bir dile ihtiyaç duyuluyor. Bu sessiz çoğunluğun vereceği karar, sadece bir seçimi değil, bu toprakların gelecekteki yönetim anlayışını da kökten değiştirebilir.





