Türkiye'nin siyasi ve ekonomik arenasında fırtınalı bir dönem yaşanıyor. Aralık 2025 bütçe maratonu, sadece rakamların değil, aynı zamanda derin yalanların ve sorumluluk kaçışlarının da sahnesi haline geldi. İktidar cephesi, yıllardır sürdürdüğü "refah artışı" söylemini bir kez daha sahneye koyarken, gerçekler bambaşka bir tablo çiziyor. Tarımda yüzde 12,7'lik küçülme "negatif büyüme" diye yumuşatılıyor, 40 milyon vatandaş açlık sınırının altında ezilirken, azınlık bir kesim lüks içinde yüzüyor. Bu bütçe görüşmeleri, sadece para dağılımını değil, iktidarın devlet kurumlarını kalkan olarak kullanma alışkanlığını da gözler önüne seriyor. Peki, bu süreçte neler oluyor? Neden Erdoğan bütçe sunumunda yok ve neden "devlet yapıyor" yalanı tekrarlanıyor? Detaylara inelim, çünkü bu hikaye sadece bugünü değil, geleceği de şekillendiriyor.
Bütçe maratonu, 9 Aralık 2025'te Meclis'te start aldı ve 21 Aralık'a kadar sürecek. Vice President Cevdet Yılmaz, sunumunda "topluma refahı yayıyoruz" diye iddialı sözler sarf etti. Ancak eleştirmenler, bu sözlerin havada kaldığını söylüyor. Tarım sektöründe yaşanan yüzde 12,7'lik daralma, resmi dilde "negatif büyüme" olarak nitelendiriliyor – sanki bu ifade, 86 milyonluk bir nüfusu kandırmak için uydurulmuş bir kelime oyunu değilmiş gibi. Yasal olarak milli gelirin yüzde 1'i kadar tarım desteği ayrılması gerekiyorken, 750 milyar liralık zorunluluk sadece 168 milyar lirayla geçiştirilmiş. Üstelik ithalat teşvikleri ön planda tutulurken, yerli üretim hiçe sayılıyor; bu da maliyetleri şişiriyor ve çiftçiyi daha da zor duruma sokuyor. 2026 için öngörülen 2,7 trilyon liralık faiz ödemesi, dünyanın en yüksekleri arasında yer alıyor – bu para, vergi mükelleflerinin sırtından akıyor ve ekonomiyi felç ediyor. Eğitim bütçesinde ise kesintiler cabası: Kaynakların yüzde 83'ü sadece maaşlara gidiyor, kalan kısım ise yetersiz kalıyor.
Bu tablo, iktidarın halkı aptal yerine koyma alışkanlığını bir kez daha ortaya koyuyor. Her bütçe döneminde "cennet vaatleri" sıralanıyor, ama gerçek hayatta cehennem yaşanıyor. Üstelik Cumhurbaşkanı Erdoğan, bütçeyi sunma veya savunma görevini üstlenmeyerek kendini partilerin üstünde konumlandırıyor. Muhalefet, "Eğer saygı gösterilmiyorsa, neden katılsın?" diye soruyor. Bu yokluk, bütçe sürecini daha da şeffaflıktan uzaklaştırıyor ve iktidarın hesap verme korkusunu pekiştiriyor. Tarihsel olarak, Ergenekon ve Balyoz gibi davalarda "vesayet"e karşı savaşan iktidar, şimdi tam tersine devlet mekanizmalarını kendi lehine kullanıyor. Bu çifte standart, siyasi arenada güven erozyonuna yol açıyor ve vatandaşlarda "Kimse bizi ciddiye almıyor" hissini derinleştiriyor.
Ekonomik veriler, bu yalanların ötesinde bir sefalet resmini boyuyor. Ülkede 40 milyon insan açlık sınırının altında, 8 milyon ise yoksulluk sınırının altında yaşıyor. Buna karşılık, yaklaşık 20 milyon kişi nispeten rahat bir hayat sürüyor – ama bu "rahatlık" bile tartışmalı. Araştırmalara göre, nüfusun yüzde 75'i geçim sıkıntısı çekiyor: AKP seçmenlerinin yüzde 66'sı, CHP'lilerin yüzde 85'i ve diğer partilerin tabanının büyük kısmı bu kategoride. Servet dağılımı ise adeta bir uçurum: En zengin yüzde 10, toplam servetin yüzde 76'sını elinde tutarken, kalan yüzde 24'lük kısım 90 milyonluk kesime dağılıyor. Bu, klasik bir "rant ekonomisi" modeli: Zenginler için faiz transferleri, inşaat yatırımcılarına vergi affı ve indirimleri bütçeden akıyor. Merhum Necmettin Erbakan'ın "rant ekonomisi" eleştirisi, bugün tam anlamıyla geçerli hale gelmiş durumda. Bir yanda lüks villalarda yaşayan mutlu azınlık, diğer yanda faturalarını ödeyemeyen milyonlar – bu kontrast, toplumun sinir uçlarını titretiyor ve sosyal huzursuzluğu körüklüyor.
Bu ekonomik kaosun ortasında, siyasi kulislerde bambaşka fısıltılar dolaşıyor. Bilal Erdoğan'ın son açıklamaları, dikkatleri üzerine çekti: "Büyüme yavaşladığında Erdoğan'ı daha çok takdir edeceğiz" diyor. Ancak 25 yıllık iktidar döneminde iddia edilen "büyüme"ye rağmen, kitleler yoksullukla boğuşuyor. Enflasyon sıralamasında dünya beşincisiyiz, faiz yükü üçüncülüğe oynuyor – TÜİK verileri bile açlık ve yoksulluğu gizleyemiyor. Bu sözler, arka planda dönen "halefiyet" tartışmalarını alevlendiriyor: AKP içinde Bilal Erdoğan'ın babasının koltuğuna hazırlanması için kulisler yoğunlaşıyor. Görünürlüğü artıyor, ama bu doğal bir hayranlık mı yoksa siyasi bir kurgu mu? Eleştirmenler, siyasetin yalanlar ve algı oyunlarıyla kirletildiğini vurguluyor. "Çocuk hayranlığı güzel, ama politika bu değil" diyorlar.
Bu halefiyet senaryosu, daha karanlık bir tabloyu da beraberinde getiriyor: Eğer sandık devre dışı kalırsa, saltanat mı başlayacak? Baba-oğul geçişi, bir devlette kabul edilemez – özel bir aile şirketi değil burası. Tarihte Alparslan Türkeş, Adnan Menderes veya Süleyman Demirel gibi figürlerin böyle bir miras bırakmadığı biliniyor. Eğer seçimler hâlâ geçerliyse, bu cüret toplumun zekasına hakaret; değilse, isimsiz bir saltanatın habercisi. Halkı "tebaa"ya dönüştürme riski, demokrasinin temel taşlarını sarsıyor. İktidarın "devlet projesi" diye sunduğu anayasa değişikliği süreci, tam da bu noktada devreye giriyor. Numan Kurtulmuş, bütçe ve süreci "devlet projesi" olarak nitelendirirken, sivil anayasayı öne sürüyor. Ancak bu, eski "vesayet" savaşının tam tersi: Barış süreci Şengal Atasagu ve Bahçeli'nin MİT kanadı üzerinden yürütülüyor. Erdoğan, tüm kilit pozisyonları atayarak "devlet" haline gelmiş; başkanlık sistemiyle güçler ayrılığı fiilen yok olmuş.
Bu "Biz yapmıyoruz, devlet yapıyor" yalanı, iktidarı toplumdan izole ediyor. Süreçte sosyal rıza düşük: Anketler, AKP+MHP ittifakını yüzde 40'larda, Erdoğan'ı ise yüzde 44'te gösteriyor – rakipleri karşısında zayıf. Muhalefetin boykot çağrıları artıyor: "Eğer Erdoğan yoksa, biz de yokuz" sesleri yükseliyor. Bu retorik, sadece iç politikayı değil, dış dünyayı da etkiliyor. ABD Büyükelçisi'nin Doha'daki küstah önerisi, tam bir skandal: Orta Doğu'ya "hayırsever monarşi" yakışır, demokrasi çalışmıyor diyor – Irak ve Suriye örneklerini vererek. Hakan Fidan ise Trump'ın Orta Doğu hedeflerinin Türkiye'yle örtüştüğünü belirtiyor. Bu absürtlük, ABD'nin emperyal çıkarlarını yansıtıyor: Kuklalar, bölünmeler ve kaos. Türkiye'den resmi tepki yok; demokrasiden uzaklaşma, Batı'yı memnun ediyor. Dış meşruiyet arayışı, iç muhalefeti zayıflatıyor ve "Sessiz kalırsak, kabul etmiş oluruz" uyarısını akla getiriyor – Cicero'nun sözleriyle: *İyi insanların sessiz kalması, kötülüğün güçlenmesine yeter. Sessizlik, kabul olarak görülür.*
İttifak içindeki çatlaklar da gözden kaçmıyor. MHP, İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya'nın ipini çekme peşinde. Parti danışmanı Ruhi Ersoy, bakanlığın sosyal medya etkisinde kaldığını eleştiriyor: Barzani'nin Şırnak ziyareti örneği veriliyor. Bu kişisel değil, yapısal bir rahatsızlık: Soylu ekibi tasfiye edilirken MHP kadroları ihmal edilmiş, personel atamalarında dışlanmış. Bahçeli'nin onayıyla bu saldırılar artıyor. MHP, kendi zararına olsa bile muhalefet ediyor – ulusal zarara sessiz kalıyor. Yerlikaya'nın koltuğu sallanıyor; Erdoğan direnmeyebilir. Bu iç çekişmeler, ittifakın kırılganlığını gösteriyor ve bütçe sürecini daha da karmaşıklaştırıyor.
Tüm bu unsurlar birleştiğinde, Türkiye'nin önündeki yol netleşiyor: Ekonomik yalanlar, sosyal uçurum, halefiyet fısıltıları ve demokrasi erozyonu. Bütçe, sadece rakamlar değil; bir hesaplaşma arenası. Halkın yüzde 75'inin geçim derdinde olduğu bir ülkede, "refah yayıyoruz" demek inandırıcılığını yitiriyor. Saltanat önerileri ve "devlet bahanesi", monarşi hayallerini besliyor. Muhalefet, kamuoyuna daha fazla açıklama yapmalı; sessizlik, kötülüğe alan açıyor. Gelecek haftalarda bütçe oylamaları, bu gerilimleri daha da alevlendirecek. Peki, 40 milyon aç vatandaşa ne vaat edilecek? Rant ekonomisi devam mı edecek? Bu sorular, sadece Meclis koridorlarında değil, her sokakta yankılanıyor. Türkiye, bu dönemeçte demokrasiyi koruyabilir mi? Cevap, hepimizin elinde – ama önce gerçekleri görmek şart.




