Türkiye'nin ekonomik gündemi, son dönemde enflasyon dalgalanmaları ve küresel belirsizliklerle iyice karmaşık bir hal aldı. Milyonlarca vatandaş, günlük harcamalardan geleceğe dair planlara kadar her alanda belirsizliklerle boğuşurken, uzmanlar bu tabloyu yakından inceliyor. Özellikle sabit gelirliler, yani emekliler, memurlar ve asgari ücretliler, artan yaşam maliyetleri karşısında nefes almaya çalışıyor. Bu durum, sadece bireysel bütçeleri değil, toplumsal huzuru da doğrudan etkiliyor ve önümüzdeki yıllara dair kaygıları artırıyor.
Uzman ekonomistlerin son değerlendirmelerine göre, Türkiye'de tam anlamıyla bir kriz yaşanmasa da, sabit gelirliler için derin bir durgunluk söz konusu. Bu gruplar, kredi kartı limitlerini doldurmak, aylık faiz yükleriyle boğuşmak ve hatta komşulardan borç alamayacak hale gelmek gibi zorluklarla karşı karşıya. Asgari ücret ve emekli maaşlarının yetersizliği, günlük fiyat artışlarının gölgesinde daha da belirginleşiyor; zira haftalık market sepetinden aylık faturalara kadar her kalemde erime yaşanıyor. Bu durgunluk, sadece rakamlarla sınırlı kalmayıp, ailelerin tasarruflarını eriterek uzun vadeli bir yoksulluk döngüsü yaratıyor.
Asgari ücretin mevcut seviyesinden en az yüzde 60'lık bir artışla 35 bin TL bandına taşınması gerektiği vurgulanıyor. Bu oran, geçmiş enflasyon farklarını kapatmak ve temel ihtiyaçları karşılamak için zorunlu görülüyor. Ancak, hükümetin "zamlar enflasyonu tetikler" argümanı karşısında, bu artışın nasıl yapılacağı kritik bir soru işareti. Önerilen çözüm, işsizlik sigortası fonunun sadece asgari ücretlilerle sınırlı kalmayıp, tüm ücretlere yayılması yönünde. Fonun, çalışan maaşlarına belirli bir oranda ek destek sağlaması, işverenlere 2 yıl süreyle nefes aldıracak ve maliyetleri ürün fiyatlarına yansıtmadan zam imkanı sunacak. Bu mekanizma, Avrupa'daki kriz dönemlerinde uygulanan sosyal tampon modellerine benzerlik taşıyor ve enflasyon baskısını minimize etmeyi hedefliyor.
Emekli maaşlarındaki durum da benzer bir sıkıntı sinyali veriyor. Mevcut uygulamalarla, özel emeklilik sistemine geçişlerde yetersiz kalan düzenlemeler, sabit gelirlilerin alım gücünü daha da eritiyor. Hükümetin tablolara dayalı açıklamaları, gerçek hayattaki fiyat dinamiklerini yansıtmıyor; örneğin, 40 bin TL'lik bir maaşın yarısı kiraya gidince geriye kalanla çocuk masrafları veya ev eşyaları gibi kalemler karşılanamıyor. Kredi kartı faizleri yüzde 4'ü aşan seviyelerde seyrederken, bireysel borç yükü rekor kırıyor. Vatandaşlar, bir zamanlar yastık altında tuttukları altınları eritmek zorunda kalıyor; başlangıçta 3,5 çeyrek altınlık birikimler tükenince, sistemdeki kaynaklar başka ellere kayıyor.
2026'nın bu tabloyu daha da ağırlaştıracağı öngörülüyor. Öncelikle, işveren sigorta primlerinde engelli ve yaşlılık için yüzde 1'lik artış devreye girecek; bu da toplam maliyeti yüzde 3,5 oranında yükseltecek. Nisan-Haziran arası başlayacak tamamlayıcı emeklilik sistemi ise, işveren katkısını yüzde 3'e çıkarırken, çalışan maaşlarından zorunlu yüzde 3 kesinti yapacak. Bu değişiklikler, zaten borç batağındaki haneleri daha da sıkıştıracak. Aralık enflasyonunun yüzde 1'in altında kalması halinde, Hazine ve Maliye Bakanı'nın yüzde 31'lik yıl sonu tahmini tutabilir; ancak bu bile SSK ve Bağ-Kur emeklilerine yüzde 12,3, memur emeklilerine ise yüzde 19'luk zam anlamına geliyor. Asgari ücret ise 27 bin 630 TL civarına çekilebilir, ki bu rakam mevcut sıkıntıları gidermekten uzak kalıyor.
Bu projeksiyonlar, hükümetin enflasyonu düşürürsek alım gücü artar iddiasını da sorgulatıyor. Matematiksel olarak imkansız bir senaryo: Ocak 2026'da enflasyon sıfırlansa bile, maaşlar artmazsa kira veya gıda fiyatları gerilemeyecek. Alım gücünü yükseltmek için, düşük enflasyon dönemlerinde bile gelir artışı şart. Aksi takdirde, 2025'teki borç ve sorunlar, 2026'da hayal edilemez bir derinliğe ulaşacak. Esnaf ve işverenler de bu zincirden etkileniyor; tasarrufların erimesi, toplumun genel bir yoksullaşmasına yol açıyor. İnsanlar, ek hesap limitlerini doldurup bankaların kısıtlamalarıyla yüzleşirken, sosyal dayanışma ağları bile yetersiz kalıyor.
Uzmanlar, bu döngüyü kırmak için acil reformlar öneriyor. Emekli maaşlarında özel ayarlamalar yapılmazsa, yoksulluk hatları kalıcılaşacak. İşsizlik fonunun genişletilmesi, sadece kısa vadeli bir tampon değil, uzun vadeli bir istikrar aracı olarak görülüyor. Ayrıca, Avrupa modellerinden ilhamla, kriz dönemlerinde çalışan destek paketleri devreye sokulmalı. Bu paketler, maaş farklarını kapatırken, enflasyonun fiyatlara yansımasını engelleyecek. Hükümetin mevcut yaklaşımı, tablolara hapsolmuşken, gerçek hayattaki borç-faiz döngüsü görmezden geliniyor; bireyler, yatırımlardan ziyade günlük hayatta faiz yüküyle boğuşuyor.
Toplumsal etkiler de göz ardı edilemez. Aileler, çocuk eğitiminden sağlık harcamalarına kadar her alanda kısma yapmak zorunda kalıyor. 2025'in sonu, zaten birikimleri eritmişken, 2026'nın başında yeni bir dalga bekleniyor. Uzmanlar, bu yılın "derin kaygı yılı" olarak anılacağını ve geçişin son derece zor geçeceğini belirtiyor. Ancak, doğru politikalarla bu senaryo tersine çevrilebilir; zira fon kaynakları ve sosyal mekanizmalar mevcut, sadece uygulanması gerekiyor.
Sonuç olarak, 2026 ekonomik tablosu sabit gelirliler için uyarıcı nitelikte. Asgari ücret ve emekli zamlarının enflasyon gerçeğini yakalaması, işsizlik fonunun genişletilmesi ve destek paketlerinin devreye girmesi, bu baskıyı hafifletebilir. Toplumun tasarruf erimesi ve borç yükü, acil bir müdahale gerektiriyor; yoksa durgunluk kalıcı bir krize dönüşebilir. Bu analizler, hem bireyleri hem de karar vericileri harekete geçmeye çağırıyor ve umut, doğru adımlarla yeşerebilir.




