Türkiye, medyanın en tepesindeki isimlerin dahi kolayca itibarının yerle bir edildiği bir döneme tanıklık ediyor. Bir gazeteci, ardı arkası kesilmeyen skandal iddialarla karşı karşıya kalmanın psikolojisini dahi bozduğunu ifade ederken, ülkenin gündemi sarsan bu gelişmeler, bir yok etme operasyonunun işaretlerini veriyor. Üstelik bu çürüme sadece medya ve siyasetle sınırlı kalmıyor, yargıdaki çifte standartlar ve derin devletin gölgeleri de yeniden beliriyor.

Habertürk'ün üst düzey yöneticisinin gözaltına alınıp tutuklanması, kamuoyunda şok etkisi yarattı. İlk başta uyuşturucu kullanmak ve bulundurmak gibi basit görünen bir gerekçe sunulsa da, bu durum kısa sürede "uyuşturucu kullanımını kolaylaştırmak" ve "suç işlemek amacıyla örgüt kurmak" gibi daha ağır suçlamalara evrildi. Hakkındaki iddialar arasında, uyuşturucu kullanımından spikerleri “fuhuşa zorlamaya” kadar akla gelebilecek her şeyin olduğu belirtiliyor. Ancak tutuklanan isim, tüm bu süreci “siyasi bir operasyondur” diyerek reddediyor ve hayatında ağzına uyuşturucu koymadığını savunuyor.

Yaşanan bu dramatik gelişme, sadece bir ceza meselesi olmaktan öte, bir "yok etme operasyonu" şüphesini uyandırıyor. Hukuk çevrelerinden gelen yorumlar, iddiaların doğru olması durumunda bile tutuklanmayı gerektirmeyeceği yönünde. Eğer bu kişi, iktidar medyasında bu kadar güçlü isimlerin arkasında olmasaydı, basit bir açıklamayla dahi meslek hayatı sonlandırılabilirdi. Görevden almaya güçleri yetmeyenlerin, arkasındaki güçlerin dahi savunamayacağı bir skandala dönüştürerek intikam alma yolunu seçtikleri iddia ediliyor.

İBB Davasında İlk Duruşma Tarihi Belli Oldu
İBB Davasında İlk Duruşma Tarihi Belli Oldu
İçeriği Görüntüle

Ancak bu olayın altındaki en büyük felaket, hukukun sadece kişilerin kendi başına geldiğinde hatırlanmasıdır. Yıllardır ekranlardan ülkedeki bağımsız yargının yok edilmesine dair tek bir cümle kurmamış olanların, iş kendi başlarına geldiğinde hukuktan dem vurması, çürümüşlüğün en acı göstergesi olarak değerlendiriliyor. Öte yandan, haber spikeri Nur Köşker'in, bu kişiyi cinsel taciz, mobbing ve tehdit iddialarıyla suçlayarak yurt dışına yerleşeceğini açıklaması, medya dünyasındaki kadınlar için durumun ne kadar korkunç boyutlara ulaştığını gözler önüne seriyor. Toplumun “o da kuyruğunu sallamasaydı” gibi ahlaksız bir anlayışa sahip olması nedeniyle, kadınların yaşadıkları taciz olaylarını ancak ortaya çıktığında cesaret bulup söyleyebildikleri vurgulanıyor.

Hukuk alanındaki tartışmalar, bir başka gazetecinin tutuklanmasıyla zirveye çıktı. Ekrem İmamoğlu'nun babasının bir sözüne tepki gösteren gazetecinin, "Sağcılık suçtur, sağcı olduğunuz zaman ahlaksız olursunuz" şeklindeki yorumu, "halkı kin ve nefrete tahrik" suçlamasıyla tutuklanmasına yol açtı. Yazarın yorumu, “saçmalığın daniskası” olarak nitelendirilse bile, en büyük erdemin kişilerin “saçmalama hakkını” dahi korumak olduğu savunuluyor. Bu tutuklama kararı, ifade özgürlüğünü kısıtlayarak nefes borusunu biraz daha sıkma ve insanların konuşamaz hale getirme çabası olarak görülüyor. Ülkede yoksulluk, yolsuzluk, hırsızlık, çocuk tacizi gibi yüzlerce felaket varken, bir yazarın saçma bir cümlesi üzerinden yargının harekete geçmesi, hukuk sopasının sadece susturma aracına dönüştüğünün en net kanıtı olarak gösteriliyor.

Siyasi cephede ise Kürt sorunuyla ilgili kritik adımlar atılıyor. Dem Parti'nin diğer siyasi partileri ziyaret turu devam ederken, MHP'nin komisyona sunduğu 120 sayfalık raporda, PKK ve Suriye'deki YPG/SDG gibi örgütlerin tamamen silah bırakması ve dağıtılması talebi dikkat çekiyor. Bu talebin, 10 Mart Anlaşması'nın (YPG'nin Suriye ordusuna entegrasyonunu öngören) içeriğiyle çeliştiği ifade ediliyor. Sürecin İmralı tutanaklarının açıklanmaması kararı ve Cumhurbaşkanlığı'nın risk almaktan kaçınması nedeniyle adeta askıda kaldığı, tüm gözlerin ise yıl sonuna kadar Suriye Devlet Başkanı ile SDG arasındaki anlaşmaya çevrildiği belirtiliyor.

Öte yandan, 90'lı yılların faili meçhul cinayetlerinin ve derin devlet operasyonlarının sembol ismi olan, uzun süredir kayıp olduğu düşünülen “Yeşil” kod adlı Mahmut Yıldırım'ın, bir gazeteciyi arayarak Suriye'de yaşadığını iddia etmesi, kafalarda yeni soru işaretleri yarattı. 25 yıldır ölü bilinen bir ismin aniden ortaya çıkması, devlet içindeki bazı odakların iktidara, “biz hala aktifiz, bizi de gözden uzak tutmayın” mesajını verme çabası olarak okunuyor.

Tüm bu siyasi ve hukuki çalkantılar sürerken, Cumhurbaşkanı'nın asgari ücret görüşmeleri öncesinde iş insanlarına “kefenin cebi yok” diyerek elini taşın altına koyma çağrısı yapması, büyük bir ironi olarak yorumlanıyor. Bu sözlerin doğru olduğu kabul edilse de, sarayları, özel uçakları ve günlük milyonları aşan harcamaları olan bir liderin bu vaazı vermesi, cami önünde para toplayan din görevlilerini akıllara getiriyor. Bir eli yağda bir eli balda olanların, yoksullara bu vaazı vermesi, eylemlerle söylenenlerin birbirini tutmadığının bir göstergesi olarak değerlendiriliyor.

Tüm bu gelişmelerin başlangıcında ise, Aristoteles'in, “insanın en büyük erdemi neyi yapabileceğini bilmesi kadar neyi yapmaması gerektiğini bilmesidir” sözü yankılanıyor. Nitekim, AK Parti Grup Başkan Vekili'nin daha önce partililer hakkında söylediği “utanmıyoruz, gurur duyuyoruz” sözlerinin, torpil iddialarına değil, hükümetin tüm icraatlarına yönelik genel bir cevap olduğu yönündeki açıklaması da bu karmaşık siyasi tablonun bir parçası olarak dikkat çekiyor.