Türkiye'nin Karanlık Gölgesi: Siyonist Tehditten Sınırdaki İhanete Şok İtiraflar
Türkiye'nin Karanlık Gölgesi: Siyonist Tehditten Sınırdaki İhanete Şok İtiraflar
İçeriği Görüntüle

Ülke ve dünya gündemini yakından takip eden uzman bir ismin, Türkiye'nin mevcut durumu ve geleceğine dair yaptığı derin analizler kamuoyunun dikkatini çekmeyi başardı. Özellikle uzun yıllardır dile getirdiği ve zamanla doğrulanan öngörüleriyle bilinen bu ismin, son değerlendirmeleri jeopolitik dengeler, Türkiye'nin yönetim sistemi ve kurumsal yapılar üzerindeki tartışmaları alevlendirecek nitelikte. Yaşanan güncel olaylar ışığında, geçmişte kaleme alınan eserlerdeki tespitlerin ne kadar güncel ve geçerli olduğu yeniden masaya yatırılırken, uzman analistin ülkenin önündeki en büyük engel olarak tanımladığı kavram, yeni bir tartışma dönemini başlattı.

Yapılan detaylı analizlerde, Türkiye'nin çevresindeki büyük güç çekişmelerine ek olarak, uluslararası kurumlar aracılığıyla uygulanan baskılar da ele alınıyor. Bu kapsamda, Fener Rum Patrikhanesi'nin yönetim yapısında gerçekleşen önemli bir değişiklik mercek altına alındı. Patrik Bartelomos’un, Patrikhanenin yönetim kurulu niteliğindeki 12 kişilik Sensinot Meclisi’ne Türk vatandaşları yerine 6 yabancı metropolit ataması, dikkat çekici bir hamle olarak yorumlanıyor. Bu gelişmenin olası etkilerinin ve arka planının iyi analiz edilmesi gerektiği vurgulanırken; Patrikhanenin Türkiye'de hareket alanının kısıtlı olması nedeniyle fiili olarak kendisine bağlı olan Amerikan Ortodoks Kilisesi'ni merkez olarak kullandığı belirtiliyor. Bu kilise, aynı zamanda Amerikan Rum lobisinin de yönetim yerlerinden biri olarak hizmet veriyor ve doğrudan Patrikliğin emri altında çalışıyor. Uzman isim, Patrik Bartelomos'un sadece dini bir lider değil, aynı zamanda çok iyi bir politikacı olduğunu ve temel unvanı "Konstantinopol ve Yeni Roma Başpiskoposu ve Ekümenik Patrik" olan kimliğiyle 250 milyon Ortodoks'un liderliğine oynadığını ifade ediyor.

Analizin bir diğer çarpıcı bölümü ise, yazarın 2005 yılında yayımlanan bir kitabında yer alan ve Türkiye üzerindeki jeopolitik baskıları ele alan eski öngörülere dayanıyor. Söz konusu eserde, yeni dünya paylaşım sistemi içinde Türkiye'nin, Amerika ve Avrupa tarafından parçalanarak ufak devletçiklere bölünüp paylaşılacak ülkeler arasında olduğu iddiası yer alıyordu. Bu kapsamda, Türkiye'nin güney ve güneydoğu bölgelerinin Amerika-İsrail planı çerçevesinde Ortadoğu yönetim bölgesine dahil edilmesi planlanırken, doğu ve kuzeyinin ise Hazar ve Kafkasya planlamalarıyla yine Amerikan kontrolüne geçeceği belirtiliyordu. İstanbul'un geleceği ise paylaşılamayan, Hong Kong tipi bir şehir olarak öngörülüyordu. Uzman isim, geçmişte 2025 yılına ait bu kritik konuların konuşulacağını öngördüğünü ve gelinen noktada bu öngörünün gerçekleştiğini dile getiriyor.

Öngörüler, sadece jeopolitik sınırları değil, aynı zamanda ülkenin iç siyasi dinamiklerini de içeriyor. Uzman, 1999 yılında kaleme aldığı başka bir eserde, 2030 yılına kadar Türkiye'de demokrasinin kurulamayacağını öne sürmüştü. Bu iddianın temel dayanağı olarak, dünya konjonktüründeki gelişmelere ve olayların seyrine baktığını belirtiyor. Günümüzde ise, demokrasinin küresel çapta baskı altına alındığı, dünyanın birçok yerinin diktatörlüklere ve güçlü liderlere yöneldiği gerçeğini göz önüne alarak, bu öngörünün arkasında duruyor. Ülkeyi yönetenlerin bu konjonktürü iyi okuması ve halkın da sandıkta bu okumalara göre seçim yapması durumunda, 2030 yılından sonra demokratikleşme yönünde büyük adımlar atılabileceği umudunu taşıyor.

Amerika'nın bölgedeki dış politikasının da mercek altına alındığı değerlendirmelerde, ABD'nin bir "kaos stratejisi" uyguladığı ve ilk aşamadan itibaren bu stratejiyi hayata geçirdiği ifade ediliyor. Bu stratejinin, Türkiye'yi parçalanmış bir yapıya, kantonlara ya da kaosa sürükleme amacı taşıdığı dile getirilirken, uzman ismin bu kaos senaryosuna dair daha önce yaptığı kritik bir siyasi öngörüsü tekrar gündeme geldi. Geçmişte yaptığı bir konuşmada, ilerleyen süreçte Abdullah Öcalan'a vatandaşlık haklarının iade edileceğini ve hatta kendisinin Cumhurbaşkanı seçiminde aday bile olabileceğini öne sürdüğünü belirtiyor.

Tüm bu jeopolitik riskler, iç siyaset öngörüleri ve uluslararası baskılar ışığında, uzman ismin Türkiye'nin mevcut durumu için kullandığı en çarpıcı ifade, Cumhurbaşkanı ve MHP lideri tarafından dile getirilen "pranga" söylemiyle kesişiyor. Türkiye'nin prangalarından kurtulma hedefi tartışılırken, uzman, bu pranganın terör meselesinden öte bir zihniyet meselesi olduğunu vurguluyor. Türkiye'nin ilerlemesi ve demokratikleşme yolunda ileride tarih kitaplarına olumlu izler bırakabilmesi için, hem Cumhurbaşkanının hem de MHP liderinin "tek adamlık ve tek adam olarak hükmetme sevdasından vazgeçmeleri" gerektiğini kesin bir şart olarak ortaya koyuyor. Hatta, bu durumun doğrudan "Türkiye'nin en büyük prangası" olduğunu net bir şekilde ifade ediyor. Demokratik sistemin sağlıklı işlemesi ve ülkenin özlenen seviyeye ulaşması için birinci koşulun, mevcut yönetim sisteminin değişmesi olduğu sonucuna varılıyor. Bu derin analiz, aynı zamanda Türk-Yunan ilişkileri açısından Atatürk'ün 1930 yılında Türkiye Büyük Millet Meclisi'ndeki konuşmasına atıfta bulunarak, iki ülkenin yüksek menfaatlerinin zıt olmaktan çıktığını ve samimi dostluğun önemini vurgulayan tarihi bir karşılaştırma da sunuyor.