Türkiye siyasetinin ve uluslararası diplomasinin hafızasına kazınan o olay, üzerinden yıllar geçse de unutulmuyor. Amerika Birleşik Devletleri'nin Başkanı Donald Trump'ın, Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'a hitaben yazdığı ve diplomasi tarihine kara bir leke olarak geçen o mektup, bugün bile tartışmaların merkezinde yer alıyor. "Sert adam olma," "Aptal olma," gibi ifadelerin yer aldığı ve Türkiye'nin ekonomisini mahvetmekle tehdit eden bu mektup, Cumhuriyet tarihinde bir ülkenin liderine yönelik en ağır hakaretlerden biri olarak kabul ediliyor. Bu mektup, sadece iki lider arasındaki kişisel bir gerilim değil, aynı zamanda iki NATO müttefiki arasındaki ilişkilerin ne denli kırılgan bir zeminde ilerlediğinin de acı bir kanıtıydı.
Sözcü gazetesinin duayen yazarı Emin Çölaşan, "Şu bizim Trump!" başlıklı köşe yazısında, bu konuyu yeniden gündeme taşıyarak hafızaları tazeledi. Çölaşan, Trump'ın adını her duyduğunda sinir sisteminin çöktüğünü belirterek, bu mektubun yarattığı derin hayal kırıklığını ve öfkeyi okurlarıyla paylaşıyor. 9 Ekim 2019 tarihli o mektupta, Trump'ın sadece hakaret etmekle kalmayıp, aynı zamanda İzmir'de tutuklu bulunan Rahip Brunson'ı "senden alacağım" diyerek açıkça meydan okuması, o dönemde büyük bir infiale yol açmıştı. Ancak tüm bu ağır ithamlara ve tehditlere rağmen, Cumhurbaşkanı Erdoğan'dan beklenen sert tepkinin gelmemesi, kamuoyunda büyük bir şaşkınlık ve eleştiri dalgası yaratmıştı. Çölaşan'ın da vurguladığı gibi, bu sessizlik, Türkiye'nin uluslararası arenadaki itibarı açısından sorgulanan bir durum olarak tarihe geçti.
Ancak siyasetin dinamikleri, düşmanlıkların kalıcı olmadığını bir kez daha gösterdi. O hakaret dolu mektubun mürekkebi kurumadan, iki lider arasındaki buzlar erimeye başladı. Özellikle ABD'nin Türkiye'ye milyarlarca dolarlık F-16 savaş uçağı satışını onaylama sürecinde, Trump'ın tavrında gözle görülür bir değişiklik yaşandı. Hakaretlerin yerini, "O çok değerli bir adam, çok cesur adam" gibi övgü dolu sözler aldı. Bu ani dönüşüm, uluslararası ilişkilerde ekonomik çıkarların ne denli belirleyici olduğunu bir kez daha gözler önüne serdi. Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın, tüm o yaşananlara rağmen Beyaz Saray'da Trump tarafından kabul edilmesi, "düşman çatlatma" olarak yorumlansa da, diplomasinin bu pragmatik yüzü, birçokları için eleştiri konusu olmaya devam etti.
Emin Çölaşan, yazısında sadece Trump-Erdoğan ilişkisine odaklanmıyor, aynı zamanda Türkiye'de uzun yıllardır tartışılan bir konuya da parmak basıyor: "Uçak gazeteciliği." Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın her yurt dışı gezisine, özenle seçilmiş yandaş gazetecilerden oluşan bir ekiple gitmesi ve bu gezilerin bir propaganda aracına dönüştürülmesi, Çölaşan'ın sert eleştirilerinin hedefinde. Yazar, bu gezilerde yaşanan bir "komediye" dikkat çekiyor. Gezi dönüşünde, İletişim Başkanlığı tarafından medyaya servis edilen "soru-cevap" metinlerinin aslında tamamen kurgu olduğunu iddia ediyor. Çölaşan'a göre, uçakta ne o sorular soruluyor ne de o cevaplar veriliyor; her şey, Saray ekibi tarafından masa başında hazırlanıyor. Uçaktaki gazetecilerin ise bu duruma, iktidarla ters düşme korkusuyla ses çıkaramadığını belirtiyor.
Bu durum, Türkiye'de basın özgürlüğü ve medyanın bağımsızlığı konusundaki endişeleri bir kez daha gündeme getiriyor. Bir gazetecinin, kamuoyu adına denetim ve sorgulama görevini yerine getirmesi gerekirken, iktidarın bir parçası haline gelerek kurgusal metinlere alet olması, mesleğin temel ilkeleriyle çelişen bir tablo ortaya koyuyor. Çölaşan'ın da altını çizdiği gibi, bu "komediye" bir son verilmesi, hem gazetecilik mesleğinin saygınlığı hem de kamuoyunun doğru bilgi alma hakkı açısından büyük bir önem taşıyor. Trump'ın hakaret mektubu ve ardından yaşananlar, uluslararası ilişkilerin karmaşık doğasını gösterirken, "uçak gazeteciliği" tartışması ise Türkiye'nin iç dinamiklerine ve medya ortamının durumuna ayna tutuyor.
            
            
                            
                            
                            




