Türkiye'nin siyasi arenası, son günlerde adeta bir gerilim filmi sahnelerine sahne oluyor. Ekrem İmamoğlu gibi popüler bir figürün etrafında dönen olaylar, sadece parti içi çekişmeleri değil, derin bir sistemsel zulmü de gözler önüne seriyor. Düşünün ki, bir gazetecinin canlı yayında sarf ettiği sözler, milyonları ayağa kaldırıyor: "Murat Ongun ya itiraf edecek ya da hapisten cesedi çıkacak." Bu cümleler, sadece bir tehdit mi, yoksa yıllardır biriken kin ve hesaplaşmaların dışa vurumu mu? Üstelik bu sözler, Rasim Ozan Kütahyalı gibi bir isimden geliyor ve doğrudan İmamoğlu'nun yakın çalışma arkadaşlarını hedef alıyor. Peki, bu tehditlerin arkasında yatan gerçek nedir? Neden bir kalemin kırılması, yılların siyasi intikamını simgeliyor? Gelin, bu karanlık tabloyu adım adım inceleyelim ve sistemin nasıl bir canavara dönüştüğünü anlayalım.
Siyasi sistemin acımasızlığı, Türkiye'de yeni bir boyuta ulaşmış durumda. Uzun süredir gözlemlenen bir gerçek var: Mafia benzeri yapılar, rant peşinde koşanlar ve tepedeki güç odakları, toplumun hayal bile edemeyeceği bir düzen kurmuş. Bu düzen o kadar korkunç ki, zirveye tırmananlar bile eninde sonunda eziliyor. "Sistem o kadar zalim ki," diyor bir yorumcu, "zirveye çıkmakla bitmiyor, oradan düşmekle başlıyor her şey." Bu zulüm, sadece bireysel değil, kolektif bir travma yaratıyor. İnsanlar, günlük hayatlarında bile bu gölgenin farkında; çünkü her köşede bir ihbarcı, her haberde bir tehdit gizli. Özellikle muhalif figürlere yönelik bu yaklaşım, demokrasinin temel taşlarını sarsıyor. İmamoğlu'nun yükselişiyle birlikte, bu sistemin hedef tahtasına oturtulması tesadüf mü? Hayır, tam tersine, planlı bir strateji gibi duruyor. Yıllardır süren iktidar-muhalefet gerilimi, artık açık bir savaşa dönüşmüş; ve bu savaşta kullanılan silahlar, sözlü tehditlerden fiziksel baskılara kadar uzanıyor.
Tehditlerin en çarpıcı örneği, Murat Ongun'a yönelik olanı. Rasim Ozan Kütahyalı, bir yayında doğrudan şu sözleri sarf ediyor: "Murat Ongun ya konuşacak ya da çürüyecek. Ya itiraf edecek ya da kendini asacak. Hapisten cesedini çıkarmaya şaşırmam." Bu ifade, sadece bir varsayım değil; net bir uyarı. Kütahyalı, bunu söylerken Thodex vakasını örnek gösteriyor – biliyorsunuz, milyarlarca lirasını kaçıran Thodex'in kurucusu, hapishanede "intihar ettiği" söylenen o genç adam. O adam, sürekli gözetim altındayken, sabahleyin çarşafa sarılı halde bulunmuştu. Kim inanır ki buna? Tabii ki kimse. Bu, tam bir sistem mesajı: "Ya istediğimizi söyle, ya da sonun böyle olur." Ongun, İmamoğlu'nun basın danışmanı olarak biliniyor ve şu anda bir soruşturma kapsamında tutuklu. İddianameye göre şüpheli, ama henüz mahkeme kararı yok. Yani, masumiyet karinesi hâlâ geçerli. Peki, neden böyle bir tehdit? Çünkü Ongun'un "itiraf etmesi", İmamoğlu'nun tüm ekibini çökertebilir. Bu, bir domino etkisi yaratır: Bir kişi kırılır, arkasından diğerleri gelir. Cem Küçük, Fatih Keleş gibi isimlerin benzer şekilde "konuşturulması" boşuna mı sanıyorsunuz? Hayır, bu bir pattern; sistem, muhalifleri içten çürütmek için bu taktiği kullanıyor.
Thodex örneği, tehdidin ne kadar somut olduğunu gösteriyor. O kurucu, yurtdışından getirilmiş, hapiste sürekli gardiyanlarla sohbet halindeymiş. "Şubat'ta çıkacağım," diyormuş rahatça. Ama ertesi sabah, her şey bitmiş. Gözetim altında bile "intihar" mümkünse, kim güvende? Kütahyalı'nın sözleri, tam da bu hikayeyi Ongun'a uyarlıyor: "Thodex'in adamı gibi, ya itiraf et ya da..." Bu, sadece bir hikaye anlatımı değil; bir senaryo sunumu. Ve en korkuncu, milyonlarca insanın bu sözleri izleyip alkışlaması. Toplumun bir kesimi, bu zulmü normalleştirmiş durumda. Peki, ya diğer kesim? Onlar için bu, bir uyanış çağrısı. Hukuk devleti nerede? Adalet bakanlığı, bu tehditlere neden sessiz? Murat Ongun, sevmediğimiz bir figür olabilir –ki birçok kişi öyle düşünüyor– ama o, devletin emanetinde. Şüpheli olarak tutuluyor, suçlu değil. "Bu adam Türk adaletine emanet," diyor bir uzman, "iddia iddiadır, mahkeme karar verir." Ama maalesef, süreç işliyor gibi görünse de, gerçekte bir kördüğüm. Bu tehditler, bilinçli olarak yapılıyor; çünkü sistem, korkuyla besleniyor.
Bu olaylar, sadece bireysel tehditlerle sınırlı değil; daha geniş bir siyasi mesajın parçası. Ekrem İmamoğlu'na yönelik "kalem kırıldı" ifadesi, sembolik bir uyarı. Hatırlayın 2019'u: İmamoğlu, ikinci seçimi kazandıktan sonra, Mansur Yavaş ve diğer büyükşehir belediye başkanlarıyla Cumhurbaşkanlığı Külliyesi'nde ağırlanmış. Herkes otururken, İmamoğlu'nun koltuğu kırılmış –düşmüş resmen. Bu, tesadüf müydü? Hayır, bir mesajdı: "Koltuğa göz dikme, yoksa kırılır." O günün intikamı, 2020 Mart'ında alınmış; İmamoğlu'na soruşturmalar yağmış. Şimdi, "kalem kırıldı" ne demek? Kalem, yazıyı, haberi, muhalefeti simgeliyor. Yani, "Yazmayı bırak, yoksa kalemin kırılır –ya da senin kalbin." Bu, İmamoğlu'na ve ekibine: "Ya itiraf edin, ya da sonunuz Thodex gibi olur." PKK bağlantıları iddiaları da cabası; iddianamede, muhalefetin bu yapılarla ilişkilendirilmesi, tam bir komplo teorisi gibi. Ama sistem, bunu araç olarak kullanıyor. "İmamoğlu, Erdoğan'ın koltuğuna göz dikti diye cezalandırılıyor," diyor bir yorumcu, "23 yıllık iktidar, bir adamı devirmek için her şeyi göze alıyor." Bu, 12 Eylül darbesini andırıyor; itiraflar, baskılar, kin dolu bir döngü.
Siyasi zulmün topluma yansıması ise en acı yanı. Bu tehditler, sadece hedef olanları değil, tüm toplumu zehirliyor. Kin dalgası büyüyor; bir gün, bu dalga yaratanları da yutacak. "Toplumda nefreti körüklüyorsun, bir gün altında kalacaksın," uyarısı boşuna değil. Nesiller boyu sürecek bir travma bu. Düşünün: Dedelerin günahları, torunlara fatura ediliyor. "Kaderin üstünde bir kader var," diyor bir düşünür, "insanın ömrü sınırlı, ama yaptığın kötülük kalıcı." İktidar sandalyeleri, bakanlıklar, hepsi geçici. Bir gün, o koltuklar boşalacak ve geride kalanlar hesap verecek. İmamoğlu örneğinde olduğu gibi, muhalefet yükseldikçe baskı artıyor. Ama bu baskı, ters tepebilir; toplumun hafızası uyanıyor. Yavaş yavaş, o "imkansız" dediğimiz şeyler gerçekleşiyor. 23 yıllık bir yönetimin endikasyonu yazılsa, neler çıkardı ortaya? Komplolar, ihbarlar, kırılan kalemler... Hepsi birikiyor.
Bu sistemin zulmü, tarafsızlığı da zorluyor. Kimse, en büyük rakibine bile böyle bir muamele yapılmasını kabul edemez. "Vicdanlı bir insan, en sevmediği adama bile bunu reva görmez," diyor yayıncılar. Seyircilerden gelen mesajlar da aynı: "Bu kabul edilebilir mi? Çocuklar, eşler üzerinden ceza vermek neyin nesi?" Evet, suçlar bireyseldir; ama sistem, kolektif cezalandırma peşinde. İmamoğlu'nun CHP içindeki hamleleri –partiyi ele geçirme iddiaları– de bu potaya giriyor. Ama bağlantı yok; bu yayın, ne CHP'ci ne AK Partili. Tarafsız bir bakış: Sadece adalet arayışı. Ve bu arayışta, tehditler en büyük engel.
Sonuç olarak, bu olaylar Türkiye'nin siyasi geleceğini şekillendiriyor. İmamoğlu'na "kalem kırıldı" uyarısı, sadece bir sembol değil; bir manifesto. Murat Ongun'un kaderi, belki de hepimizin kaderi. Sistem, zalimleştiğinde, değişim kaçınılmaz olur. "Bir gün, o nefret dalgası geri dönecek," uyarısı kulaklarda çınlıyor. 2025 Kasım'ında, bu tehditler hâlâ sıcak; ama umut, adaletin er ya da geç tecelli etmesinde. Toplum, bu zulme karşı uyanmalı –çünkü yarın, sıra bizde olabilir. Bu hikaye, bitmedi; sadece yeni bir bölüm başlıyor.




