ABD Kongresi'nin son savunma bütçesi, Suriye ve Irak'taki güç dengelerini altüst eden bir dizi maddeyi barındırıyor. Özellikle Suriye Demokratik Güçleri (SDG) ve onun omurgasını oluşturan Halk Koruma Birlikleri (YPG), Türkiye tarafından terör örgütü olarak görülen bu yapıya, Washington'dan beklenmedik bir siyasi meşruiyet kazandırıyor. 2026 mali yılı savunma bütçesi, Temsilciler Meclisi'nde kabul edilirken, SDG'nin Suriye'nin geleceğindeki siyasi çerçevenin bir parçası olarak tanımlanmasını öngörüyor. Bu, Ankara'nın yıllardır sürdürdüğü operasyonel planlarını doğrudan baltalayan bir adım olarak değerlendiriliyor. SDG'nin YPG temelli yapısı, ABD'nin bölgedeki vekil gücü olarak konumlandırılırken, bu karar Türkiye'nin sınır güvenliği açısından yeni bir baskı unsuru yaratıyor. Uzmanlar, bu hamlenin, ABD'nin SDG'ye "görünmez bir kalkan" uzattığını vurguluyor, zira bu koruma sadece askeri değil, aynı zamanda diplomatik ve ekonomik boyutlar taşıyor.
Bu gelişmelerin arka planında, Caesar Yasası yaptırımları yatıyor. Hatırlanacağı üzere, bu yaptırımlar Suriye rejimine karşı ABD tarafından 2019'da devreye sokulmuştu ve Şam'ın ekonomik nefesini kesen bir mekanizma haline gelmişti. Ancak yeni bütçe tasarısı, bu yaptırımların kaldırılmasını şartlı olarak bağlıyor: Şam ile SDG arasında 10 Mart tarihinde imzalanan bir anlaşmaya sadık kalınması zorunlu kılınıyor. Bu, Damascus'un SDG ile zorunlu bir "evlilik" yapmasını dayatıyor ve rejimin kuzeydeki özerk yapılarla uzlaşmasını kaçınılmaz kılıyor. Ankara ve Şam arasında SDG'ye karşı ortak operasyonlar için yürütülen görüşmeler tam gaz devam ederken, Washington'un bu müdahalesi, iki başkent arasındaki işbirliğini baltalama riski taşıyor. Caesar yaptırımlarının kalkması, Suriye'nin ekonomik toparlanmasını hızlandırabilir, ancak bu süreçte SDG'nin siyasi statüsünün pekiştirilmesi, Türkiye'nin terörle mücadele stratejisini karmaşıklaştırıyor. Bölge analistleri, bu şartlı rahatlama politikasının, ABD'nin Orta Doğu'daki nüfuzunu koruma çabasının bir parçası olduğunu belirtiyor; zira yaptırımların kaldırılması, SDG'nin finansal ve lojistik desteğini garanti altına alıyor.
Irak cephesinde ise durum daha da karmaşık bir hal alıyor. ABD'nin Bağdat'a sağlayacağı yardım paketleri, İran destekli milis güçlere karşı mücadele şartına bağlanıyor. Bu, Irak merkezi hükümetinin, Tahran bağlantılı gruplara yönelik sert adımlar atmasını zorunlu kılıyor. Öte yandan, Kürdistan Bölgesel Yönetimi'ndeki Peşmerge kuvvetleri bu yardımlardan muaf tutuluyor ve doğrudan "ulusal güvenlik ortağı" olarak tanımlanıyor. Tasarı, Bağdat'ın Peşmerge'nin bütçesini engellemesini yasaklıyor, ki bu da Irak içindeki etnik ve bölgesel gerilimleri derinleştirebilecek bir düzenleme. Peşmerge'nin bu ayrıcalıklı konumu, Kürt özerkliğinin güçlendirilmesi anlamına gelirken, merkezi hükümetin elini zayıflatıyor. Bu dengesizlik, Irak'ın iç istikrarını tehdit ediyor ve dolaylı yoldan Türkiye'nin Irak sınırındaki operasyonel hareket alanını daraltıyor. ABD'nin bu ayrımcı yaklaşımı, Bağdat'ı İran'a karşı daha agresif kılarken, Kürt güçlerini stratejik bir müttefik olarak konumlandırıyor; ancak bu, mezhepsel çatışmaları alevlendirme potansiyeli taşıyor.
ABD'nin bu politikalarının Türkiye'ye yansımaları ise özellikle savunma sanayii ve hava gücü alanında kendini gösteriyor. S-400 füze savunma sistemleri, Rusya'dan alınan bu sistemler nedeniyle Türkiye'ye uygulanan yaptırımların odak noktası olmayı sürdürüyor. Tasarımda, bu sistemlere bağlı CAATSA (Countering America's Adversaries Through Sanctions Act) yaptırımlarının gevşetilmesi için Kongre onayı gerektiği belirtiliyor. Türkiye, bu yaptırımlardan muafiyet için yıllardır diplomatik çabalar sarf ediyor, ancak Kongre'nin katı tutumu engel teşkil ediyor. Öte yandan, F-35 savaş uçağı programındaki kriz, umut verici sinyallerle birlikte karmaşıklaşıyor. ABD'nin Türkiye Büyükelçisi ve Suriye Özel Temsilcisi Thomas Barak, yaz aylarında ve 25 Eylül 2025'te Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın Washington ziyareti sırasında, F-35 sorununun yılın başında veya 2026'da çözüleceğini ifade etmişti. Dışişleri Bakanı Hakan Fidan da bu iyimserliği paylaşarak, "Türkiye bir yol bulacak" demişti. Ancak gerçekte, savunma bütçesi yaptırımları başkanlık yetkisiyle aşılabilirken, CAATSA gibi Kongre onaylı mekanizmalar daha zorlu. Türkiye, bu alanda tek istisna olarak Kongre'den onay almış bir ülke konumunda, fakat bu onayların yenilenmesi için yoğun lobi çalışmaları gerekiyor. F-35'lerin Türkiye'ye iadesi, NATO içindeki hava üstünlüğünü güçlendirecek olsa da, S-400'lerin varlığı bu süreci zehirleyen bir faktör olarak duruyor.
Ahmet Şara'ya yönelik baskılar ise bu jeopolitik satranç tahtasının en hassas parçalarından biri. Şara, Suriye'deki muhalif güçlerin önemli figürlerinden biri olarak, ABD'nin SDG politikalarından doğrudan etkileniyor. Kongre'nin kararları, Şara'nın etki alanını daraltırken, ona yönelik diplomatik ve saha baskılarını artırıyor. Bu, Şam rejiminin kuzeydeki ittifaklarını güçlendirme çabalarına paralel gidiyor ve Şara'nın manevra alanını kısıtlıyor. Uzmanlara göre, Şara'nın bu baskılar altında kalması, Suriye iç savaşının yeni evresinde muhaliflerin elini zayıflatabilir. ABD'nin SDG'ye kalkan uzatması, Şara gibi aktörleri izole ederek, rejimle uzlaşma baskısını yoğunlaştırıyor. Bu dinamik, Türkiye'nin Suriye'deki vekil güçlerini de dolaylı etkiliyor; zira Şara'nın zayıflaması, Ankara'nın operasyonel hedeflerini zorlaştırabilir.
Washington'daki kafa karışıklığı ise ayrı bir tartışma konusu. Thomas Barak'ın "Bu bölgede merkezi olmayan yönetim hiçbir yerde çalışmadı" şeklindeki açıklaması, ABD'nin SDG'ye verdiği desteğin çelişkili yönlerini ortaya koyuyor. Barak, Suriye Özel Temsilcisi olarak yaptırımların kaldırılması çalışmalarını yönetirken, bu sözleri SDG'nin özerk modeline ters düşüyor. Bu tutarsızlık, ABD içindeki politika farklılıklarını yansıtıyor: Bir yandan SDG'yi stratejik ortak olarak koruma, diğer yandan merkezi yönetimlerin başarısızlığını kabul etme. Erdoğan'ın Washington ziyareti sırasında Barak'ın F-35 vaadi, bu çelişkilerin üstünü örtme girişimi olarak görülüyor. Fidan'ın "Yol bulacağız" ifadesi ise Türkiye'nin pragmatik yaklaşımını simgeliyor; ancak Kongre'nin SDG'ye meşruiyet vermesi, bu vaatleri gölgeliyor.
Genel olarak, bu savunma bütçesi, Orta Doğu'daki güç dengelerini yeniden şekillendiriyor. SDG ve YPG'nin siyasi tanınması, Caesar yaptırımlarının şartlı kaldırılması, Irak'taki ayrımcı yardımlar ve Türkiye'ye yönelik savunma yaptırımları, bölgenin istikrarsızlığını derinleştiriyor. Türkiye, bu gelişmeler karşısında sınır ötesi operasyonlarını koordine etmek ve diplomatik kanalları aktif tutmak zorunda kalıyor. S-400 ve F-35 gibi dosyalar, NATO ittifakı içindeki gerilimleri artırırken, Ahmet Şara'ya baskılar muhalif dinamikleri dönüştürüyor. Uzun vadede, bu hamleler ABD'nin İran ve Rusya'ya karşı hamlelerini güçlendirse de, Türkiye'nin ulusal güvenlik çıkarlarını doğrudan tehdit ediyor. Bölge halkları içinse, bu politikalar yeni çatışma alanları yaratma riski taşıyor; zira SDG'nin kalkanı, Şam'ın uzlaşma baskısı ve Bağdat'ın milis mücadelesi, barış umutlarını erteletiyor. Analistler, önümüzdeki aylarda Türkiye-ABD ilişkilerinde kritik müzakerelerin hızlanacağını öngörüyor, ancak Kongre'nin tutumu belirleyici olacak. Bu karmaşık tablo, Orta Doğu'nun geleceğini şekillendiren bir satranç oyunu gibi; her hamle, beklenmedik sonuçlar doğurabilir ve Türkiye'nin stratejik derinliğini test edecek.




