İstanbul'un serin sonbahar geceleri, sahne ışıklarının altında bazen en derin acıları aydınlatır. Boğaz'ın dalgaları fısıldarken, Caddebostan Kültür Merkezi'nin (CKM) kapıları bir kez daha açılıyor; içeride, Nazım Hikmet'in unutulmaz eseri "Yolcu"nun prömiyeri için heyecan dorukta. Şehir, milyonların nabzını tutan bir dev; ama son aylarda, o nabızda bir ritim bozukluğu var. Pandemi sonrası yaralar sarılmaya çalışılırken, 2025'in bu ekim günlerinde esen rüzgarlar, özgürlük taleplerinin gölgesinde dönüyor. Sokaklardaki protestolar, tutuklamalar, gözaltılar... Her biri, bir ailenin hikayesini yaralıyor. Sanatçılar, gençler, belediye başkanları; hepsi, bir anda parmaklıkların ardına düşüyor. BM raporları, Avrupa Konseyi uyarıları... Dünya izlerken, içeride sessiz bir fırtına birikiyor. Bu fırtınanın ortasında, bir adam var: Rutkay Aziz. Duayen oyuncu, yönetmen, Nazım Hikmet'in ruhunu sahneye taşıyan bir efsane. O, sadece bir sahne adamı değil; vicdanın sesi, adaletin taşıyıcısı. Bu akşamki prömiyer öncesi, mikrofonlara uzanan eliyle, Türkiye'nin yaralarına parmak basıyor. Ama asıl hikaye, o ışıkların söndüğü anda başlıyor – zira Aziz'in sözleri, sadece bir demeç değil, bir manifesto gibi yankılanıyor.

Şimdi, o prömiyer sahnesine bir adım atalım: Saat 20.30, CKM'nin salonu dolup taşıyor; seyirciler koltuklarında kıpır kıpır, sahnede ise bir tarih canlanıyor. "Yolcu", Nazım Hikmet'in en çarpıcı eserlerinden biri; Kuvay-ı Milliye ruhunu, milli mücadelenin o ateşli günlerini bugüne taşıyan bir köprü. Rutkay Aziz, bu kez yönetmen koltuğunda – yanında usta Taner Barlas, Ekin Aksu, Özcan Alpar ve Enes Sarı gibi yetenekler. Reji, Aziz'in imzası; her sahne, bir şiir gibi akıyor. Oyun öncesi, halktv.com.tr muhabirleri etrafını sarıyor; Aziz, o tanıdık gülümsemesiyle duruyor – ama gözlerinde, bir öfke parıltısı. Konuşmaya başlıyor, Nazım Hikmet'ten giriyor: "Bir kere Nazım Hikmet bizim vazgeçilmezimizdir. Bir kez daha Nazım Hikmet'le beraber olduğum için son derece mutluyum. Onun en önde gelen oyunlarından bir tanesi Yolcu. Ve hepimiz hep çok severek, heyecanla çalıştık." Bu sözler, sadece bir tanıtım değil; bir aşk ilanı. Oyunun önemi, Aziz'in dilinde canlanıyor: "Yolcu'nun önemi ne? Yolcu, Kuvay-ı Milliye ruhunu gündeme getirmesiyle günümüz Türkiye'sine de sorular gönderen bir oyun haline. Onun içinde başka yan oyunlar da damarlar da var tabii. Ama asıl mesele o istasyonda sıkışmış o üç kişinin, sonra gelen atlı dört kişinin birbirleriyle olan ilişkileri, bağları ve final." Seyircinin alkışları arasında, Aziz bir dua gibi ekliyor: "Dolayısıyla Nazım Hikmet'in dediğim gibi en önde gelen oyunu. Seyircinin de beğeneceğini umuyorum." Bu an, sahnede bir zafer; ama Aziz'in aklı, sahnelerin ötesinde – parmaklıklarda, hücrelerde, susturulmuş seslerde.

Ve işte, o anki sessizliği yırtan bir haykırış: Muhabirlerin sorusuyla, sanatçıların gözaltılarına değiniyor Aziz. Yüzü gölgeleniyor, sesi sertleşiyor: "Hiç kabul edemiyorum. Bu genç arkadaşlarıma büyük bir haksızlık yapılmıştır." Bu cümle, bir tokat gibi iniyor – genç sanatçıların, sahne kostümleri üzerinden hedef alınışını, konser iptallerini, davaları... Aziz, hepsini bir çırpıda özetliyor. Kadın sanatçıların, sadece şarkı söyledikleri için, giydikleri kıyafetler yüzünden gözaltına alınmasını, bir utanç olarak damgalıyor. "Zaten bu adaletsiz gidişin sonucu bunlar. O adaletsiz gidişin sonucu olarak bu korku imparatorluğunda, bu adaletsiz gidişte dolayısıyla insanlarımız acı çekiyorlar ve neredeyse ülke bir hapishaneye döndü." Korku imparatorluğu... Bu kelimeler, Aziz'in öfkesini zirveye taşıyor; Türkiye'yi, bir hapishane olarak resmediyor. Yalancı tanıklar, ihbarlar... Sabah evden çıkan birinin, akşam gözaltında kayboluşunu anlatıyor: "Yalancı tanıkların itiraflar, ihbarlarla insanlarımız özgürlüklerinden yoksun oluyorlar ve sabah kendi çocuğuna, eşine günaydın deyip de yola çıkacağına alıp gözaltına alınıyor, gidiyorlar. Bu büyük bir acı. Bu ülke bunu hak etmiyor." Aziz'in sesi titriyor, ama durmuyor; sanata düşmanlığı bir bir sıralıyor: "Sanata düşman olan koşullarda bunlar sizi şaşırtmasın." Bu tepkisi, sadece bir eleştiri değil; bir isyan – yılların birikmiş acısının patlaması. Kendi kariyerini hatırlatıyor: "Ben bu işi yaptığımdan beri her türlü yasağa karşı çıktım. Bunlara da bu tarz yaklaşımlara da karşıyım. Kesin."

Bu isyan, sadece sanatçılara değil; tüm tutuklulara uzanıyor. Aziz, son süreçteki gözaltı ve tutuklama furyasını masaya yatırıyor – Ekrem İmamoğlu'ndan başlayarak, bir liste döküyor ortaya. "Bir an önce özgürlüğüne, barış günlerine kavuşması gerekir. Onun için de başta Ekrem Başkan olsun, diğer başkanlarımız olsun, Osman Kavala olsun, Selahattin Demirtaş olsun, diğer ismini sayamadığım tutukluların bir an önce özgürlüklerine kavuşmasını ve eşleriyle, dostlarıyla, çocuklarıyla kucaklaşmasını diliyorum." Bu sözler, bir dua gibi; İmamoğlu'na "Ekrem Başkan" diye hitap ederken, net bir destek çiziyor. İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı, cumhurbaşkanı adayı olarak hücrede beklerken, Aziz onun sesi oluyor – özgürlük, barış, kucaklaşma... Her kelime, bir umut tohumu. Diğer belediye başkanları, Osman Kavala'nın yılların tutsaklığı, Selahattin Demirtaş'ın sessiz direnişi... Aziz, hepsini bir çırpıda anıyor, isimleri sayarken sesi yükseliyor. Bu liste, sadece bireyler değil; bir sistem eleştirisi – adaletsizliğin kurbanlarını bir araya getirerek, vicdanı ayağa kaldırıyor.

Aziz'in bu çıkışı, prömiyerin gölgesinde büyüyor; sahnede "Yolcu" oynarken, gerçek hayatta başka bir yolcu hikayesi yazılıyor. Nazım Hikmet'in Kuvay-ı Milliye ruhu, milli mücadelenin o ateşli günleri... Aziz, oyunu bu ruhla sahneliyor, ama günümüz Türkiye'sine sorular gönderiyor: İstasyonlarda sıkışmış üç kişi, gelen dört atlı... Bu metafor, bugünün parmaklıklarını mı anlatıyor? Aziz, 21. yüzyılın ironisini haykırıyor: "Çağ, 21. yüzyılı yaşıyoruz sözüm ona. Buna bu iktidarın gereken özeni göstermesi lazım." Ülkenin çocuklarının açlığını, emeklilerin sefaletini, asgari ücretlilerin çaresizliğini sıralıyor: "E peki Türkiye'nin çocukları aç değil mi? Türkiye'nin çocukları da aç. E onlara da sahip çıkacağız. Ne zaman sahip çıkacağız? Emekliye, asgari ücretliye, şuna buna." Ve finalde, yasakları bir bir damgalıyor: "Onun için bu yasaklar, şunlar bunlar ülkemizi son derece geriye götüren yaklaşımlar." Bu eleştiri, sadece sanatı değil; toplumu kucaklıyor – geriye gidiş, korku imparatorluğu, hapishane ülke... Aziz, hepsini bir fırça darbesiyle resmediyor.

Türk Tiyatrosunun Usta İsmi Ahmet Gülhan 85 Yaşında Vefat Etti
Türk Tiyatrosunun Usta İsmi Ahmet Gülhan 85 Yaşında Vefat Etti
İçeriği Görüntüle

Bu sözler, Caddebostan'ın duvarlarında yankılanırken, Türkiye'nin dört bir yanına yayılıyor. Sosyal medya, #RutkayAziz etiketiyle dolup taşıyor; sanatçılar paylaşıyor, gençler retweetliyor, aileler gözyaşı döküyor. Aziz'in prömiyeri, sadece bir oyun değil; bir direniş sahnesi – seyirciler alkışlarken, dışarıda gözaltılar devam ediyor. İmamoğlu'nun hücresinde, Dilek İmamoğlu'nun Saraçhane nöbetlerinde, bu ses yankılanıyor. Aziz, kendi geçmişini hatırlatarak güç katıyor: Yıllar boyu yasaklara karşı durmuş, sahneyi terk etmemiş. Bu direniş, genç sanatçılara ilham; gözaltılar, onları susturamıyor. Osman Kavala'nın sessizliği, Demirtaş'ın kalemi... Hepsi, Aziz'in listesinde birleşiyor – özgürlük, bir kucaklaşma hayali gibi.

Peki, bu haykırış nereye varacak? Rutkay Aziz'in sahnesi, bir kıvılcım mı olacak? Gözaltılar son bulacak mı, İmamoğlu koltuğuna dönecek mi? Caddebostan'ın ışıkları sönerken, Türkiye'nin gecesi uzuyor – ama Aziz gibi sesler, karanlığı deliyor. Belki yarın, bir sahnede yeni bir oyun; belki bir meydanda yeni bir toplanma. Ama kesin olan, sanatın gücü: Korku imparatorluğunu sarsan, hapishane kapılarını aralayan bir güç. Aziz, mikrofonu bırakırken gülümsüyor – zira o, yolcunun yolunu biliyor. Ve o yol, özgürlüğe çıkıyor.