Kıbrıs’ın kuzeyinde uzun süredir hissedilen siyasi ve ekonomik baskı, son cumhurbaşkanlığı seçimleriyle birlikte tüm dünyanın dikkatini çeken bir toplumsal tepkiye dönüştü. Tufan Erhürman’ın oyların yaklaşık %63’ünü alarak cumhurbaşkanı seçilmesi, adada köklü bir değişim beklentisinin en somut göstergesi oldu. Ancak bu zaferin ardında, sadece bir liderin başarısı değil, yıllardır biriken ve artık sürdürülemez hale gelen derin sorunların patlaması yatıyor. Lefkoşa’dan gelen son haberler, bu sorunların boyutunu ve perde arkasındaki çarpıcı gerçekleri gözler önüne seriyor.
Ada halkının sandıkta gösterdiği bu güçlü irade, temelde iki ana sorunun çözümü için bir talep olarak yorumlanıyor. Birincisi, yarım asırdan fazladır süren Kıbrıs sorununun çözümsüzlüğü, ikincisi ise halkın gündelik yaşamını kabusa çeviren ekonomik sıkıntılar. Türkiye’deki iktidarın Kıbrıs’a yönelik politikalarına, iç yönetimdeki liyakatsizliğe ve toplumsal yaşam üzerindeki baskılara karşı yükselen bu tepki, Erhürman'ın federasyon yanlısı, diyaloğa açık duruşuyla birleşince sandıktan yüksek bir oran çıktı. Ancak asıl tehlike, siyasi ve ekonomik açmazın yarattığı insani dramın boyutlarında gizli.
Sorunun çözümsüzlüğü, Kıbrıslı Türklerin dünyadan izole edilmiş, çeşitli ambargolar altında yaşayan ve uluslararası statüsünü bulamamış bir toplum olmasına neden oldu. Bu durum, gelecek kuşaklar için telafisi zor bir 'geleceksizlik' algısı yaratmış durumda. Yapılan güncel araştırmalar, Kıbrıslı Türk gençlerinin %70’inin göç ettiğini gösteriyor. Bu dramatik göç dalgası, küçük bir ülke için ileriki on yıl içinde evlenip çocuk yapacak nüfusun büyük bir kısmının kaybedilmesi anlamına geliyor. Ekonomik cephede ise, Türk lirası kullanılıyor olmaktan kaynaklı ağır enflasyon, bölgede Türkiye’den bile daha derin ve ağır hissediliyor.
Özellikle mevcut Türk hükümetinin Kıbrıs’a yönelik politikaları, bir kısım vekil tarafından "siyasi laboratuvar" olarak görülüyor. Geçmişte Türk milliyetçiliği ekseninde gelişen ve adaya sürekli bayraklar dikme, müfredatı Türkiye tarihi üzerinden şekillendirme çabası "daha çok Türk olacaksın" eğilimindeyken, son dönemde bu eğilimin "daha çok Müslüman olacaksın" şekline dönüştüğü belirtiliyor. Vakıflar aracılığıyla uygulanan dini programlar, cami yapımı ve ilahiyat kolejlerinin açılması gibi uygulamalar, Kıbrıs halkının nasıl bir gelecek tahayyül ettiğine bakılmaksızın uygulanan üstenci bir "kültürel ve sosyal mühendislik" politikası olarak nitelendiriliyor. Hatta Türkiye'den yapılan bütçe katkısının ise sanılanın aksine genel bütçenin sadece dörtte biri olduğu ve bunun da büyük kısmının Türk askerinin ihtiyaçları ile dini yatırımlar için harcandığı ifade ediliyor.
Siyasi müdahaleler ve uluslararası tanınmamışlık, adanın bir "organize suç üssü" haline gelmesinin en büyük nedeni. 1990’lı yıllardan itibaren offshore bankalar ve kumarhanelerle anılan bölge, Susurluk Araştırma Komisyonu raporlarına dahi konu olmuştu. Bugün bu karanlık düzen, sahte diplomalarla anılan üniversiteler ve kara para aklama faaliyetleri üzerinden sürmeye devam ediyor. Üstelik bu durum, organize suçla mücadele eden Europol ve Interpol gibi uluslararası birimlerle işbirliği yapabilme olanaklarını sıfıra indirmiş durumda. Vekil Doğuş Derya, bu durumu şu çarpıcı sözlerle özetliyor: "Burası uluslararası hukuk dışında kaldığı için Evet organize suçlarla mücadele eden örgütlerle ve birimlerle işbirliği yapabilme olanaklarımız neredeyse sıfır."
Kıbrıs’taki bu kara para makinesinin çalışmaya devam etmesi için, siyasi iradenin de bu sisteme uygun olarak şekillendirildiği iddiaları gündemde. 2020 cumhurbaşkanlığı seçimlerine dışarıdan müdahale edildiği ve hatta iktidar partisinin kurultayında %65 oyla başkan seçilmiş kişinin başbakanlık yapmasının engellendiği belirtiliyor. Bu müdahalelerin, "çamaşır makinesinin" başındaki isimleri belirleme amacı taşıdığı iddia ediliyor. Derya’ya göre: "Dolayısıyla demek ki bu çamaşır makinesinin fişinin başına kendi istediklerini koyabiliyorlar ki makine dönmeye devam etsin." Ayrıca, adaya ağırlıklı olarak Türkiye’den gelen ve siyah arabalarla, tabancalarla gezen tetikçilerin varlığı, araba galerilerinin kurşunlanması gibi organize suç olaylarının artışı da halkı derinden endişelendiriyor.
Bütün bu olumsuz tabloya rağmen, çözüm için uluslararası konjonktürün uygun olabileceği de konuşuluyor. Kıbrıs sorununun aslında 2017'deki Crans Montana’da Butros Belgesi’ndeki 45 madde ile büyük oranda çözüldüğü, mülkiyet, vatandaşlık ve güç paylaşımı gibi konuların neredeyse hallolduğu ve meselenin sadece garantör ülkelerin (Türkiye, Yunanistan, İngiltere) iradesine kaldığı belirtiliyor. Birleşik Kıbrıs’ın Doğu Akdeniz’e bir istikrar getireceği, Türkiye’nin de menfaatlerini içerecek bir çözümle AB vizyonu açısından elinin rahatlayacağı ve kazan-kazan formülünün anahtarı olduğu vurgulanıyor.
Sonuç olarak Kıbrıs’taki bölünmüşlük koşullarının artık sürdürülebilir olmadığı açıkça görülüyor. Bu durum ne Kıbrıs’ın kuzeyi ne de bölgedeki diğer aktörler için faydalı. Kıbrıslı Türklerin isteği, uluslararası hukuk içerisinde, dünyayla entegre olmuş, adil bir ülkede yaşamak ve her gün ne idüğü belirsiz suç örgütleriyle anılmaktan kurtulmak. Yıllardır savaş ve hayati kayıplar üzerine kurulmuş olan bu ülkenin, kalıcı bir barış ve normalleşme sürecine girmesi, tüm bu kara lekeleri temizlemenin tek yolu olarak gösteriliyor.




