Günlük hayatın koşuşturmasında, bazı sorunlar sessizce büyür ve toplumun temel yapılarını tehdit eder hale gelir. Özellikle genç nesillerin geleceğini doğrudan etkileyen bu meseleler, ihmal edildiğinde geri dönüşü zor sonuçlar doğurur. Peki, bu görünmez tehlikelerin kökeninde ne yatıyor ve neden acilen ele alınması gerekiyor? Bu sorular, eğitimden çalışma hayatına uzanan geniş bir yelpazede derin düşüncelere sevk eder.
Zorunlu eğitim kapsamında olması gereken ancak okula devam etmeyen yüz binlerce çocuk, ciddi bir ulusal mesele olarak önümüzde duruyor. Bu çocukların sayısı, bazı illerin toplam nüfusunu aşacak kadar yüksek: Örneğin, Ardahan, Bayburt, Tunceli, Gümüşhane ve Kilis gibi illerin nüfusları toplanınca yaklaşık 548 bin kişi ederken, bu rakam Tokat veya Sivas gibi illerin nüfusuna yaklaşıyor. Benzer şekilde, eğitim dışı kalan 612 bin çocuk, adeta haritadan 47 ili silmekle eşdeğer bir kayıp anlamına geliyor. Bu çocukların yüzde 46,5'i kız çocuklarından oluşuyor ve akıbetleri büyük bir belirsizlik içinde.
Eğitim reformu girişimleri tarafından hazırlanan raporlar, bu tabloyu netleştiriyor: 6-17 yaş arası zorunlu eğitim çağında 612 bin çocuk okula gitmiyor. Bunların yüzde 53,5'i erkek, yüzde 46,5'i kız çocuğu. Erkek çocukların yüzde 35'i çalışmaya zorlanırken, kız çocukların yüzde 14'ü aynı kaderi paylaşıyor. Yaş dağılımına bakıldığında, 6-9 yaş arası 77 bin çocuk ilkokul seviyesinde eksik, 10-13 yaş arası 94 bin çocuk ortaokulda, 14-17 yaş arası ise tam 441 bin çocuk eğitim sisteminin dışında kalıyor. En çarpıcı nokta, toplamın yüzde 51'ine denk gelen yaklaşık 312 bin çocuğun nerede olduğunun bilinmemesi: Bu çocuklar evlenmiş, çoluk çocuğa karışmış olabilir mi diye sorgulanıyor.
Bu durum, sadece bireysel trajedilerle sınırlı kalmıyor; stratejik boyutlar taşıyor. Kız çocuklarının okutulmaması, uluslararası alanda insan hakları ihlalleri kapsamında değerlendirilerek bir tür tehdit unsuru haline gelebiliyor. Cumhurbaşkanı'nın fikirlerine değer verdiği bir bilim insanı, bu konuyu açıkça dile getirmiş: Batı ülkeleri, kız öğrencilerin okula gitmemesini insan hakları bağlamında ele alıp, bunu bir ülkeye karşı müdahale veya hatta savaş sebebi yapabilecek bir unsur olarak görüyor – tıpkı kimyasal silah gibi. Bu bakış açısı, kız çocuklarının eğitimden mahrum bırakılmasını küresel güçlerin elinde bir koz haline getiriyor ve buna izin verilmemesi gerektiği vurgulanıyor.
Milli Eğitim Bakanlığı koridorlarında ise annelik ve ahlak kavramlarının kız çocuklarıyla özdeşleştirildiği sığ bir yaklaşımın hakim olduğu eleştirileri yükseliyor. Bakanın Meclis'te eğitim bütçesi tartışılırken yaptığı açıklamalar da bu bağlamda dikkat çekiyor: Her çocuğun emanet bilinciyle hareket edildiği söylenirken, Atatürk'e övgüler düzülüyor ve maarif vurgusu yapılıyor. Ancak muhalefet, mesleki eğitim merkezlerinde okulda olması gereken çocukların iş yerlerinde hayatını kaybettiğini haykırıyor – son 10 ayda 78 çocuk bu şekilde can vermiş. Bakanın bazı illerdeki okullarda sabun olsa da çeşmelerden su akmadığı örneğiyle eğitimi siyasi tartışmalara malzeme yapması da eleştiriliyor.
Bu kayıp çocuklar, adeta kurtların kaptığı kuzular gibi tehlikelerle çevrili: Çalışma hayatına zorlananlar, eğitimden uzak kalanlar ve akıbeti belirsiz olanlar... Özellikle kız çocuklarının yüzde 14'ünün çalıştırılması, bu tehdidi daha da derinleştiriyor. Toplam 612 bin çocuğun yarısına yakınının kız olması, gelecek nesillerin yarısını etkileyecek bir eşitsizliği işaret ediyor.
Sorun sadece iç meselelerle sınırlı değil; uluslararası arenada kız çocuklarının eğitim hakkı ihlali, ağır yaptırımlara veya baskılara zemin hazırlayabilir. Bu nedenle, bu çocukların acilen bulunması ve eğitim sistemine kazandırılması şart. Yüzde 46,5'i kız olan bu 612 bin kayıp çocuğun nerede olduğu sorusu, herkesin vicdanına yöneltilmeli.
Eğitimdeki bu boşluklar, toplumun geleceğini doğrudan tehdit ediyor. Kayıp nesillerin izini sürmek, sadece istatistiklerle değil, insani bir sorumlulukla ele alınmalı. Bu çocukların çalışma koşullarından aile yapılarına, toplumsal cinsiyet rollerinden küresel politikalara kadar uzanan etkileri, derin bir muhasebe gerektiriyor.
Bu meselenin stratejik önemini kavramak, acil adımlar atılmasını zorunlu kılıyor. Kız çocuklarının eğitimden uzak tutulması, sadece bireysel hak ihlali değil, ulusal güvenliğe dair bir zaafiyet yaratıyor. Bu sessiz krizin çözümü, eğitim politikalarından toplumsal bilinçlenmeye kadar geniş bir yelpazede ortak çaba istiyor.
Kayıp çocukların akıbetini sorgulamak, geleceğe dair umutları korumak anlamına geliyor. Bu detaylı inceleme, eğitimdeki görünmez tehlikeleri aydınlatarak, okuyucuya yeni bakış açıları sunuyor. Toplumun her kesimi, bu soruna duyarsız kalamaz; çünkü kayıp bir nesil, hepimizin ortak kaybı olur.





