Günlük siyasi gündemimiz, her sabah uyanışımızla birlikte bir kez daha karmaşıklaşmış halde karşımıza çıkıyor. Bugün, 25 Kasım 2025 Pazartesi sabahı, saatler henüz erkenken, dün akşamki tartışmaların yankıları hâlâ kulaklarımızda çınlıyor. İmralı süreci, Türkiye'nin en derin yaralarından birini sarmaya yönelik adımlarıyla bir kez daha manşetleri süslüyor. Heyet, adaya doğru yola çıkmış durumda ve bu yolculuk, sadece bir ziyaret değil, yıllardır biriken gerilimlerin, umutların ve paradoksların bir yansıması gibi duruyor. Sürecin tamamen MİT'in elinde şekillendiği söylentileri, dün geceki yayınlarda da dile getirildi; neyin doğru, neyin yanlış olduğunu ayırt etmek ise giderek zorlaşıyor. Bu makalede, sürecin en ince detaylarını, aktörlerin pozisyonlarını ve tarihsel paralellikleri ele alacağız, çünkü bu sadece bir siyasi manevra değil, milyonlarca insanın kaderini ilgilendiren bir mimari.
Dün, 24 Kasım Pazar gecesi, İmralı tartışmaları zirveye ulaşmıştı. Herkes, Cumhuriyet Halk Partisi'nin (CHP) heyete üye vermeyi reddetmesi üzerine bir fırtına koptuğunu konuşuyordu. Sanki bir süreç çökmüş, bir fırsat penceresi sonsuza dek kapanmış gibi bir algı yaratılmıştı. Oysa gerçekler, bu algının ötesinde, çok daha katmanlı bir tablo çiziyor. Bir T24 yazarı olan Cansu Çamlıbel, dün kaleme aldığı yazıda, tam da bu noktaya parmak basarak, "Arkadaşlar, CHP'nin İmralı heyetine üye vermemesi süreci tehlikeye attı gibi bir algı yaratılıyor. Böyle bir şey yok," diye net bir şekilde ifade ediyor. Çamlıbel'in bu fotoğraf okuması, süreci anlamak için adeta bir pusula görevi görüyor. O, yazısında, "Heyetin İmralı'ya gitmesi çok önemli," dese de, asıl meselenin görüntülerde, algılarda gizlendiğini vurguluyor. Günümüzde haberleri yavaş yavaş sindirmek yerine, hızlıca kaydırarak tarıyoruz; bir fotoğraf, bir imge, her şeyi belirleyebiliyor. Bu imge savaşında, AK Parti içindeki temel tartışma bile şöyle özetleniyor: "Fotoğraf vermeyelim, Öcalan'ı parlamenter heyetin ziyaret ettiği görüntüsü neye benzer?" Bu kaygı, CHP cephesinde de aynı şiddette yankılanıyor. Parti, heyete tamamen çekilmemiş; sadece, "İmralı'da kostümlü bir fotoğrafta yer alırsak, bu algı bizi ezer," diye düşünüyor.
Peki, neden SEGBİS önerisi gündeme geliyor? Çamlıbel, bunu da açıklıyor: "SEGBİS ile bağlansak neden olmasın? Ama liderlikle yüz yüze görüşme daha verimli olur." Buna rağmen, CHP'nin bu adımdan çekilmesi, Öcalan'ın muhataplığını ortadan kaldırmıyor. Parti, komisyonda hâlâ yerini koruyor. Dün geceki yayında da bu nokta defalarca vurgulandı: "CHP'nin katılımı yok diye süreçte bir tıkanma yok. Bunu bir kez daha netleştirelim." Ancak asıl vurucu kısım, sürecin mimarisindeki paradokslar. Çamlıbel, iki temel paradoks işaret ediyor ve bu mimariyi bir bina gibi ele alıyor: Temelleri, statikleri ve estetiğiyle. Sürecin temeli, MHP lideri Devlet Bahçeli'nin zorlamasıyla atılmış. Bahçeli, iktidar ortağı Erdoğan'ı bu yola itmiş; Erdoğan ise, "Evet," demiş. Bu, sürecin estetik ve statik değerlerinin ta kendisi. Öte yandan, CHP gibi ana paydaşın, siyasi operasyonların hedefi haline getirilmesi, mimarinin ikinci paradoksunu oluşturuyor. Dün gece, bu nokta şöyle yorumlandı: "Bahçeli, Erdoğan'ı zorladı ve süreç başladı. Ama CHP'yi de bu operasyonlara dahil ettiler. İşte buradaki ikilem, asıl sorun."
Bu paradoksları derinleştirmek için, tarihsel bir referansa dönmek şart. Hatırlayın, Selahattin Demirtaş'ın cezaevinden yazdığı o mektubu. Demirtaş, sürecin metodolojisine dair öyle değerli göndermeler yapmıştı ki, dün geceki yayında bile bu mektuba atıf yapıldı: "Türkiye'nin en köklü sorunu bu. Çözelim tabii. Ama hangi aktörlerle? Ana paydaşlar, karşıt cepheler, milyonlarca kitle... Bunu birkaç kişiye indirgemek hata." Demirtaş'ın bu sözleri, Cansu Çamlıbel'in vurguladığı ikinci temel direğin eksikliğini en net örneklendiriyor. Düşünün: Ahmetspor ve Trabzonspor'u kardeşlik maçı için bir araya getirebilir misiniz? Veya Kültür Bakanlığı'nın önerdiği gibi, iyi bölgelerde kardeşlik konserleri düzenlemek? Barış anneleri, şehit yakınları birlikte mezar ziyaretleri yapsa? İşte bu, yaratılmaya çalışılan duygu. Ama eğer yaralı toplum kesimlerini dışarıda bırakırsanız, metodoloji çöküyor. Dün geceki analizde de bu vurgulandı: "Silahı hâlâ elinde tutanlara 'Silahı bırakın' diyorsunuz. Ama asıl yaralıları bir araya getirmiyorsunuz. Siyasetin kirli aygıtı, çözüm üretemiyor."
Erdoğan'ın bu süreçteki rolü ise, her zamanki gibi temkinli bir iyimserlikte. Siyasi hassasiyetle tabanını hesaplıyor, sessiz kalıyor. Ama eğer bu köklü sorunu açacaksak, çözümün anahtarları sivil toplumda, akademide, iş dünyasında. Üç saatlik bir komisyon değil; bu kesimlerin aktif rol aldığı, not aldığı bir mekanizma olmalı. Komisyon üyeleri, ayrıcalıklı bir üst sınıf değil; bizim seçtiğimiz yetkililer. Dün gece, bu konuda şu eleştiri getirildi: "Ana paydaşların bir araya gelme koşullarını konuşmuyoruz. Algı, sanki komisyon her şeyi çözecek gibi." DEM Parti eş başkanı Tuncer Bakıhan'ın CHP'ye yönelik çağrısı da burada devreye giriyor: "Risk alın, cesur olun." Ama neden aynı sertlik AK Parti'ye yönelmiyor? "AK Parti'ye de söyleyin, eleştiriyi oraya da yapın. Siyasi operasyonlar mayoralara karşı devam ediyor. Tabanı var, adım atsın." Erdoğan'a dönük eleştiriler ise yetersiz: "Çekiç ve davul onda. Her şeyi o karar veriyor. Ama DEM cephesi bile net bir baskı yapmıyor."
Cansu Çamlıbel'in yazısını bitirirken, Demirtaş'ın Onur Öztürk'ün kitabına yaptığı atıflara ve edebiyat eleştirmeni Maria Popova'nın bir cümlesine yer vermesi, adeta çerçeveletilecek nitelikte. Popova'nın sözü şöyle: _"Umut bırakmayan eleştirel düşünce, sadece kötümserliktir. Ama eleştirel düşünmeden umut etmek de naifliktir."_ Bu cümle, sürecin ruhunu özetliyor. Dün geceki yayında da bu alıntı, tebriklerle karşılandı: "Tebrikler Cansu, muhteşem bir yazı."
Konuyu biraz dağıtarak, ama asıl meseleye bağlayarak devam edelim. Dün gece, bir e-posta geldi ve bu, CHP'nin 1973 seçim manifestosuna dair. Neden 1973 önemli? O yıl, 12 Mart muhtırasının en sert dönemi yaşandı. 1971-1973 arası ekonomik, siyasi ve sosyal süreçler, bugünkünden farksız. Siyasi partiler baskı altında, üniversiteler susturulmuş, gazeteciler ve aydınlar tutuklu, anayasal haklar askıya alınmış. Sivil siyaset kanalları tıkanmış. O dönemin AKP'si, Adalet Partisi'ydi: Yüksek enflasyon, kasıtlı fiyat artışları, baskıcı sistem. Bugün de aynı: Enflasyon fırlamış, gelirler erimiş, derin yoksullaşma. Tarım çökmüş, ithalata bağımlı hale gelmişiz, işsizlik patlamış, halk ezilirken tekelci sermaye güçleniyor.
CHP, o dönemde "solun ortası" kavramıyla İsmet İnönü'nün devletçi yapısından uzaklaşmış, Bülent Ecevit önderliğinde popülist, tekel karşıtı, özgürlükçü bir çizgiye kaymış. Manifestoda şu öneri var: "Bu düzen değişmeli. Halk egemenliğinin hakim olduğu, sosyal adaletin tabana yayıldığı, emekçi ve özgür sınıfların haklarının korunduğu, büyük sermayenin sınırsız gücüne karşı kamu politikalarının ön plana çıktığı bir süreç başlatılmalı." Bu satırlar okunurken, bugünkü CHP'nin pusulası nerede olmalı sorusu akla geliyor. Dün geceki yayında ısrarla vurgulandı: "AK Parti'nin iktidarını sürdürmesinin asıl direği MHP değil, CHP. Deniz Baykal, Kemal Kılıçdaroğlu, Özgür Özel... Kişisel husumetim yok. Sisteme kızıyorum. Sistemi düzeltmezseniz, bu isimler doğar."
Manifestonun 9-15. sayfaları sarı ile işaretlenmiş: "Büyük sermaye ile hükümet iş birliği." Bugün, Beşli Çete diyebileceğimiz o sermaye grubu ve hükümetin uyumu. Kasıtlı fiyat artışları – et ve balık kurumunun başındaki gibi. Halkın kasıtlı yoksullaştırılması, devlet politikalarının tekelcilere teslimi. Savunma sanayii gibi sektörler aileye devredilmiş, tekstil ve diğer alanlar çökmüş. Enerji bağımlılığı, teknik personel kıtlığı – bugünkü işsiz ordusu ve eğitim kalitesizliği. Yüksek fiyatlar, işsizlik... Manifesto, tam da bunları başlıklarla sıralıyor. 1973'te yazılan bu belge, 2025'te hâlâ güncel; enflasyonun, yoksulluğun, baskının döngüsü kırılmamış.
Bu paralellikler, İmralı sürecini daha da anlamlı kılıyor. Süreç, sadece bir heyet ziyareti değil; 1973'ün değişim çağrısının modern bir yankısı. Bahçeli'nin zorlamasıyla başlayan mimari, Erdoğan'ın hesaplı sessizliğiyle ilerliyor. Ama asıl soru: Yaralı kesimler bir araya gelecek mi? Sivil toplum, akademi devreye girecek mi? Yoksa algı oyunları, paradoksları derinleştirecek mi? Dün geceki yayında şu soru soruldu: "Neden ana paydaşlar dışarıda? Duygu yaratmadan çözüm olur mu?" Cevap, manifestonun satırlarında gizli: Halk egemenliği, adalet, özgürlük.
Bugün, 25 Kasım 2025'te, süreç hâlâ canlı. Heyet adaya varmış olmalı; MİT'in rolü, Öcalan'ın muhataplığı tartışılmaya devam ediyor. CHP'nin çekincesi, AK Parti'nin imge kaygısı, DEM'in eleştirileri... Hepsi, bir binanın statiklerini test ediyor. Popova'nın uyarısını unutmayalım: Umut naif olmasın, eleştiri umutsuz kalmasın. Bu süreç, Türkiye'nin yaralarını sarmak için son şans mı, yoksa yeni bir döngü mü? İzleyip göreceğiz, ama tarih bize gösteriyor ki, değişim manifestolarda değil, cesur adımlarda yatıyor.





