Ekrem İmamoğlu'nun mahkeme salonunda hakimle yaşadığı o unutulmaz konuşma, Türkiye'nin siyasi arenasındaki gerilimi bir kez daha zirveye taşıdı. İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı İmamoğlu, diploma kriziyle ilgili duruşmada sadece belgelerini değil, aynı zamanda yüreğini de ortaya koydu. 16 milyon İstanbullu'nun özgür iradesiyle seçtiği bu lider, hafta sonu yaşanan 24 saatlik fırtınada adeta bir ulusun vicdanını temsil etti. Mahkeme salonu, sessiz bir saygıyla dolup taştı; İmamoğlu'nun 1,5 saatlik savunması sırasında kimse tek bir kelime etmedi. Seyirciler, ona duydukları derin sevgi ve saygıyı alkışlarla değil, o derin sessizlikle ifade etti. Herkes, İmamoğlu'nu ve ailesini korumak için içten içe bir dua eder gibiydi. Dilek Hanım, annesi, babası ve çocukları... Bu ailenin yaşadığı acılar, Türkiye'nin her köşesinde yankılandı ve milyonlarda bir suçluluk duygusu uyandırdı. Neden böyle bir lidere, böylesine bir zulüm? Bu soru, salonu terk eden herkesin zihninde asılı kaldı, yürekleri sızlattı.

O anlar, sadece bir duruşma değildi; bir milletin utancıydı. Bahadır Erdem, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nde yılların öğretim üyesi olarak, o günü anlatırken sesi titriyordu. Erdem, İmamoğlu'nun salonu terk ederkenki halini betimlerken, "O aura, karakterinden ve millete hizmet etme hevesinden geliyor" diyordu. Savunma sırasında yaşanan küçük bir mizah anı bile, salonu gülümsetmişti. İmamoğlu, yaşına atıfta bulunarak, _"Az önce ergenlikten çıktım, pek güzel durmuyor ama hala yakışıklıyım"_ demiş ve herkes kahkahalara boğulmuştu. Bu hafiflik, ağır bir yükün altında bile İmamoğlu'nun neşesini koruduğunu gösteriyordu. Ancak asıl çarpıcı olan, hakimle aralarındaki diyalogdu. Hakim, İmamoğlu'nun üniversiteye sunduğu belgeler hakkında soru yağdırmıştı. Finansal zorluklar nedeniyle yatak yardımı için verilen evraklar, askerlik durumu... Hakim, askerliğin bedelli mi yoksa ücretli mi yapıldığını sorguladı. İmamoğlu'nun yanıtı keskin ve ironikti: _"Tüm açıklamalarımdan sonra aklınıza sadece bunlar mı takıldı? Askerliği para karşılığı yaptım, bu benim yasal hakkım ve her türlü yasal hakkı sonuna kadar kullandım."_ Hakim ısrar edince, İmamoğlu'nun sesi daha da yükseldi: _"Özür dilerim, yoksa askerliğimi de iptal mi edeceksiniz? Doğumumu iptal edebiliyorsanız, beni hiç doğmamış sayın."_ Bu sözler, salonu buz kestirdi. Diploma krizi, sadece bir belge meselesi olmaktan çıkmış, bir adalet sorgulamasına dönüşmüştü.

Bahçeli'nin Liderliği Tehlikede mi, Erdoğan'ın Sessizliği Ne Anlama Geliyor?
Bahçeli'nin Liderliği Tehlikede mi, Erdoğan'ın Sessizliği Ne Anlama Geliyor?
İçeriği Görüntüle

İstanbul Üniversitesi'nin bu süreçteki rolü, utancın en derin katmanını oluşturuyordu. Bahadır Erdem, üniversitesinin en eski ve saygın hukuk fakültesi olduğunu gururla anlatırken, birden ses tonu değişti. 17 yaşında öğrenci olarak girdiği, 21'inde asistan olduğu, şimdi 59 yaşında onurlu bir öğretmen olarak kaldığı bu kurumun, Diploma Kurulu'nun kararıyla lekelendiğini söylüyordu. _"Bu karar, hiçbir mantığa sığmıyor, Türkiye'nin en onurlu üniversitesine yakışmıyor"_ diye haykırıyordu Erdem. Daha önce rektörlük, İmamoğlu'nun İşletme Fakültesi'ne geçişinde ve diploma geçerliliğinde hiçbir usulsüzlük olmadığını belirten resmi bir belge vermişti. Belge, imzalı ve mühürlüydü. İmamoğlu, duruşmada kendi diplomasını yayınlayarak herkesi susturmuştu: İstanbul Üniversitesi İşletme Fakültesi'nden, imzalı ve mühürlü bir belge. Bu diploma, 19-20 yaşlarında alınmış, alın teriyle kazanılmış bir başarıydı. İmamoğlu, üstelik yüksek lisansını da tamamlamıştı. Erdem, bunu _"Annesinin ak sütü gibi helal"_ diye nitelendiriyordu. Üniversitenin bu tutarsızlığı, sadece bireysel bir hata değil, kurumsal bir skandaldı. Erdem'in utancı, sadece kişisel değildi; tüm İstanbul Üniversitesi camiasının paylaştığı bir yük haline gelmişti. Bu karar, yılların emeğini, bir kurumun tarihini gölgeliyordu ve Türkiye'nin akademik özgürlüğüne darbe vuruyordu.

Duruşmanın arka planı, daha da karmaşık bir tablo çiziyordu. Dava, 16 Şubat'ta başlamış ancak ertelenmişti. Ertelemelerin nedeni belirsizdi; araya giren olaylar, süreci belirsiz kılıyordu. Savcılık, salonların yetersiz olduğunu iddia ediyor, Silivri Şelalesi'ne erişimi güvenlik gerekçesiyle kısıtlıyordu. Cuma günü açılan bir dava, bir uzmana yönelik iddialarla gündeme gelmişti. Duruşmaların silinmesi ise adil yargılama ilkesine aykırıydı; bu, özel durumlar yaratıyor ve şeffaflığı zedeliyordu. Diploma krizi, yüzeyde bir belge sorunu gibi görünse de, kökleri çok daha derindeydi. İmamoğlu'nun seçilme süreci, 16 milyon oy ile taçlanmıştı. Bu oylar, özgür bir iradenin eseriydi. Ancak hafta sonu yaşananlar –24 saatteki o fırtına– her şeyi altüst etmişti. Halk, neden bir lidere böyle bir muamele? sorusunu sorarken, suçluluk duygusu büyüyordu. İmamoğlu'nun ailesi, bu baskının en mağdur tarafıydı. Dilek Hanım'ın annesi, salonu terk ederken gözyaşları içinde haykırmıştı: _"Çocuğumu helal sütle emzirdim, bu Türkiye'nin utancı! Çocukları olan herkes susuyorsa, utansın."_ Bu sözler, bir annenin feryadıydı ve Türkiye'nin vicdanını sarsıyordu. Sessiz kalanlar, bu utanca ortak oluyordu.

Bu olaylar, sadece İmamoğlu'nu değil, Türkiye'nin demokrasi mücadelesini de aydınlatıyordu. Mahkeme salonundaki o sessizlik, bir saygı duruşuydu; ama aynı zamanda bir isyanın habercisiydi. İmamoğlu'nun mizahı, cesareti ve ailesinin direnci, milyonlara ilham veriyordu. Diploma, bir kâğıt parçası olmaktan öte, bir mücadelenin simgesi haline gelmişti. Erdem'in anlattıkları, bu simgenin ardındaki emeği, acıyı ve umudu gözler önüne seriyordu. Türkiye, bu krizle yüzleşirken, asıl soruyu sormak zorundaydı: Bir ulusun seçtiği lideri korumak için ne yapacağız? Bu utanç, sadece bir aileyi değil, bir milleti yaralıyordu. İmamoğlu'nun savunması, belki bir belgeyi kurtaracaktı; ama asıl kurtarılacak olan, adaletin kendisiydi. O salonlardaki kahkahalar, gözyaşları ve sorgulamalar, Türkiye'nin geleceğini şekillendirecekti. Herkes, bu hikâyenin sonunu merakla beklerken, bir gerçek netti: Sessizlik, suçluluğun en büyük ortağıydı. İmamoğlu'nun yolculuğu, diploma krizinden çok daha büyüktü; bu, bir direnişin, bir umudun hikâyesiydi. Ve bu hikâye, henüz bitmemişti.