Hayatın her alanında hızla değişen dengeler, gündelik yaşamın sıradan akışını derinden sarsmaya devam ediyor. Adalet arayışından ekonomik verilere, sosyal yardımlardan siyasi polemiklere kadar her başlık, aslında tek bir büyük resmin parçalarını oluşturuyor. Bir yanda modern teknolojiler ve sistemler övülürken, diğer yanda bu sistemlerin dışında kalanların sessiz çığlıkları yankılanıyor. Herkesin bir şekilde etkilendiği, ancak gerçek boyutlarını tam olarak kavrayamadığı bu süreçte, rakamlar ve kararların ardındaki asıl hikayeler merak uyandırıyor. Sokaklardaki gerginlikten mahkeme salonlarındaki gerekçelere kadar her detay, toplumun sinir uçlarına dokunuyor.
Ekranlardan tanınan isimlerin hukuki süreçleri, bu karmaşık yapının en görünür kısmını oluşturuyor. Bir gazetecinin Cumhurbaşkanına yönelik tehdit iddiasıyla yargılandığı davanın gerekçeli kararı, hukuk çevrelerinde "zorlama bir yorum" olarak değerlendiriliyor. Bu tür kararların, kişileri özgürlüklerinden mahrum bırakmak için üretilmiş bahaneler olduğu yönündeki eleştiriler ise giderek artıyor. Benzer davalarla yan yana getirildiğinde, sürecin sadece hukuki değil, aynı zamanda belirli bir tutumu yansıtma çabası olduğu hissediliyor. Ev hapsi gibi alternatiflerin neden değerlendirilmediği sorusu, Silivri duvarlarının ardındaki adaleti sorgulatıyor.
Ekonomik cephede ise kağıt üzerinde oynanan oyunlar, vatandaşın mutfağındaki gerçekle taban tabana zıt bir tablo çiziyor. Yeni bir hesaplama sistemine geçildiği duyurulan enflasyon verilerinde, daha fiyatlar bile netleşmeden "peşin peşin" düşüşler yaşandığı iddia ediliyor. Kira, eğitim, doktor ücretleri ve enerji gibi temel gider kalemlerinin enflasyon sepetindeki payları değiştirilerek, otomatik olarak yaklaşık 4 puanlık bir yapay düşüş sağlandığı belirtiliyor. Bu durum, "kalem oynatarak enflasyon düşürme" sanatı olarak nitelendirilirken, resmi yetkililerin bu süreçlere müdahale etmedikleri yönündeki açıklamaları ise inandırıcılıktan uzak kalıyor. Vatandaş, çarşı pazardaki fiyatlarla resmi kurumların açıkladığı rakamlar arasındaki uçurumun ortasında kalmış durumda.
Asıl sarsıcı gerçekler ise bir kentin ana terminalinin soğuk banklarında yaşanıyor. Şahlanış ve çağ atlama söylemlerinin gölgesinde, 66 yaşında emekli bir işçinin, maaşı pansiyon ücretine yetmediği için otogara sığınması, sistemin iflasını belgeliyor. 16.881 lira gibi en düşük emekli maaşıyla hayatta kalmaya çalışan bu insanlar, bir bardak çayın 40 lira olduğu bir düzende banyo yapabilmek için bile 350 lira ödemek zorunda kalıyor. Borçları yüzünden emekli maaşına icra konan 55 yaşındaki bir babanın oğluyla birlikte soğukta sabahlaması, iş bulma ümidiyle gelip açlıktan 20 kilo veren çiftlerin dramı, "yüzyılın projesi" iddialarının içini boşaltıyor. Barınma evlerinin "maaşın var" diyerek bu insanları reddetmesi ise ironinin en acı halini oluşturuyor.
Öte yandan, sosyal yardımların yetersizliği ve mülkiyet haklarına yönelik uygulamalar, özellikle deprem bölgelerinde büyük bir öfkeye neden oluyor. Üç yıl geçmesine rağmen yaraların hala sarılamamış olması, halkın vergileriyle yapılan inşaatların sanki kişisel bir lütufmuş gibi sunulması tepki çekiyor. "Babanızın parasıyla mı yapıyorsunuz?" sorusu, bütçenin asıl sahibinin millet olduğunu hatırlatıyor. Rezerv alan ilan edilerek insanların mülklerine, zeytinliklerine el konulması ve bu sürecin bir "şantiye şefliği" gururuyla savunulması, sahadaki mağduriyetleri örtmeye yetmiyor. Müteahhitlerin ödemelerini alamadığı bir ortamda, vatandaşın konteynerden çıkmamak için yalvarır hale gelmesi, krizin boyutlarını gösteriyor.
Kamu düzeni ve asayiş konularında da manzara pek iç açıcı değil. İçişleri yetkilileri tüm çetelerin çökertildiğini savunsa da, sokaklar adeta "vahşi batı"yı andırıyor. Kadına yönelik şiddetin önü alınamazken, ortaokul öğrencilerinin cebinde bile silahların bulunması, toplumun ne denli güvensiz bir ortama sürüklendiğini kanıtlıyor. Mahkemelerin, çocuklarının boğazına bıçak dayayan babaları tahliye etme kararları, adaletin Müge Anlı gibi televizyon programlarında aranmasına neden oluyor. Bu kaosun içinde devlet, 11 ayda kestiği 100 milyar liralık trafik cezasıyla bütçe açıklarını kapatmaya çalışırken, ağaçların arkasına gizlenen radarlarla vatandaşa adeta pusu kuruyor.
Siyaset sahnesindeki tartışmalar ise düzeyin ne kadar düştüğünü bir kez daha belgeliyor. Meclis çatısı altında yapılan "İngiliz elçisinin arabasını itmek" gibi ağır ithamlar, tarih bilincinden yoksun bir kutuplaşmayı körüklüyor. Hem milletvekili olup hem de devasa bir birliğin başkanı olarak çift maaş alanların, "bileğimin hakkıyla geldim, tam maaş alamıyorum" diye şikayet etmesi, otogarda yaşayan emekli MH'nin trajedisiyle yan yana gelince vicdanları yaralıyor. Bir yanda lüks pastalar ve kahveler eşliğinde siyaset yapanlar, diğer yanda çöpten ekmek yiyen ama dilenmeyen onurlu insanlar...
Son olarak, eğitim camiasındaki yasakçı zihniyet, toplumun neşesini ve umudunu hedef alıyor. Milli Eğitim Müdürlüklerinin yılbaşı ve Noel temalı her türlü etkinliği, müfredatta yeri yok diyerek yasaklaması, mutsuz ve gergin bir toplum yaratma çabasının bir parçası olarak görülüyor. Oysa 31 Aralık gecesi saatler gece yarısını vurduğunda, o yeni yıla her şeye rağmen umutla girmek isteyen milyonların coşkusu, hiçbir yasakla bastırılamıyor. Devlet eliyle ve desteğiyle kumar oynatılan sitelere ses çıkarmayanların, okullardaki bir yılbaşı çekilişine savaş açması, samimiyetin nerede bittiğini açıkça gösteriyor.