Ülkemizde adalet arayışları ve cezaevlerinden yükselen insan onuruna yakışır yaşam talepleri, son günlerde uluslararası diplomasi koridorlarında atılan kritik adımlara esrarengiz bir şekilde bağlanmış durumda. Haftalarca beklenen ve yüz binlerce kişiyi yakından ilgilendiren infaz düzenlemesinin gölgesinde, Anayasa Mahkemesi (AYM) kararlarının uygulanmaması sorunu, hukukun üstünlüğü ilkesinin nasıl bir erozyona uğradığını gözler önüne seriyor. Öyle ki, Yüksek Mahkeme Başkanının bile konuşurken boğazının düğümlendiği, ahirette hesap verme kaygısıyla zorlandığı anlar, mevcut hukuksuzluk mirasımızın derinliğini gösteriyor. Tüm bu karmaşanın ortasında, iç barışı sağlama hedefiyle anılan "Terörsüz Türkiye Süreci" denen sürecin hızla yol alması ve yerleşmesi için temel zeminin, içeride değil, komşumuz Suriye'deki gelişmelere bağlanması ise akıllara durgunluk veren bir durum yaratıyor. Adeta bir domino etkisi yaratan bu koşullar zinciri, bizi küresel suç endeksinde endişe verici seviyelere taşırken, toplumun vicdanını sarsan bazı adaletsizliklerin aydınlanması ise bu hafta bir nebze olsun nefes aldırdı; mesela Rojin Kabaş'ın davasında erkek DNA'sının tespit edilmediğinin rapor edilmesi, faillerin ve onları koruyanların ortaya çıkıp çıkmayacağı sorusunu gündeme getirdi.

İçerideki Absürt Bağlantı: İnfaz Düzenlemesi Neden Suriye'ye Kilitli?

Kamuoyunda aylardır tartışılan ve cezaevlerindeki ağır sorunun hafifletilmesi beklenen infaz düzenlemesinden hala ses çıkmamasının temel nedeni, iktidarın süreci Suriye'deki siyasi ve güvenlik gelişmelerine bağlama isteği. Yetkililerin ifadesiyle, "terörsüz Türkiye süreci" ancak Suriye'deki şartlar uygun hale gelirse, PKK'nın silah bırakması tespit edilirse ve Milli Güvenlik Kurulu (MGK) kararının ardından yasal düzenleme gelebilir. Bu durum, içerideki hukuki bir ihtiyacın, dış politikadaki istikrarsızlığa rehin bırakıldığı izlenimini kuvvetlendiriyor.

AKP'li Vekilin Barzani'ye Övgüsü Gündemi Salladı
AKP'li Vekilin Barzani'ye Övgüsü Gündemi Salladı
İçeriği Görüntüle

Peki cezaevlerinde durum ne? Sayılar, tablonun vahametini ortaya koyuyor: Türkiye'de her 100.000 kişiye düşen mahpus sayısı 48 ile Avrupa ortalamasının yaklaşık 4 katına ulaşmış durumda. Toplam cezaevi nüfusu ise tam 419.194 kişi! Resmi kapasitenin 299.940 olduğu düşünüldüğünde, doluluk oranı %132.9'a fırlamış durumda. Almanya ile neredeyse aynı nüfusa sahip olmamıza rağmen, Türkiye'deki mahpus sayısı Almanya'nın neredeyse 8 katı.

Adaletsizliğin Gölgesinde Koşullu Serbestlik Çıkmazı

Cezaevlerindeki bu korkunç doluluk, sadece sayısal bir sorun değil, aynı zamanda derin eşitsizlikler barındırıyor. Örneğin, daha önce uygulanan ve yasa tekniğine aykırı olduğu belirtilen Covid düzenlemesi, sırf belirli bir tarihte cezaevinde bulunma şartına dayanarak büyük bir eşitsizlik yarattı. Ancak daha vahimi, binlerce kişinin sırf "örgütü terk ettim" dilekçesini vermediği için koşullu salıverilme haklarından mahrum bırakılması. Selçuk Mızraklı gibi isimlerin ikinci kez bu haktan faydalandırılmamasının ardında yatan bu dilekçe zorunluluğu, hükümlülerin zaten örgüt üyesi olduklarını kabul etmedikleri savunmalarına rağmen, suç üstlenmeye zorlanması anlamına geliyor. Oysa Anayasa'nın 38. maddesinin 5. fıkrası, hiç kimsenin kendisi ya da yakını için suç üstlenmeye zorlanamayacağını açıkça belirtiyor. İdarenin işi olan örgütle irtibatın kesilip kesilmediği tespiti, kanunen bir dilekçe şartına bağlı olmasa da, idari bir yazıyla keyfi bir zorunluluğa dönüştürülmüş durumda.

Yüksek Mahkeme Çaresizliği ve "Öbür Dünya" Kaygısı

Hukuksuzluk sadece cezaevi duvarları içinde kalmıyor. AYM kararlarının ilk derece mahkemeleri tarafından tanınmaması ve uygulanmaması, yargı sisteminin temelini sarsıyor. Selahattin Demirtaş, Tayfun Kahraman ve Yüksel Yalçınkaya gibi isimlerin kararlarının inatla uygulanmaması, ülkeyi AİHM kararlarını uygulamama şampiyonu yapıyor. Bu durum karşısında, Anayasa Mahkemesi Başkanının yaptığı konuşmalarda, "Allah bizi kimsenin hakkıyla huzuruna seslemesin" derken boğazının düğümlenmesi ve gözyaşlarına boğulacak hale gelmesi, makam ve meslek onurunun gerektirdiği ciddi tepkinin, sadece duygusal bir rahatsızlık düzeyinde kaldığı eleştirilerini beraberinde getiriyor. İyi olmanın kolay, adil olmanın zor olduğu gerçeği, adaletin yerini bulması gerektiği, ne cennet ne cehennem arayışının yargı mesleğinin özü olmadığı hatırlatılıyor.

Gündemdeki Özel Düzenleme: Örtülü Af mı Geliyor?

Hükümet yetkililerinin ısrarla "Af Yok" açıklamalarına rağmen, kulislerde PKK'nın geçişini düzenleyecek, af niteliğinde olacağı düşünülen özel bir yasanın gündemde olduğu konuşuluyor. Danışman kıvamında yapılan açıklamalara göre, bu düzenleme soruşturması, yargılaması veya kesinleşmiş cezası olanlar için çıkarılacak ve bunun adı af olmayacak deniyor. Bu duruma örnek olarak ise 1928 yılındaki Şeyh Sait isyanı sonrası çıkarılan 1239 sayılı kanun hatırlatılıyor. Ancak hukukçular, infazı kesinleşmiş olanlar için yapılacak bu tür bir düzenlemenin nitelik olarak özel af sayılacağını ve eşitlik ilkesine aykırı davranılması halinde AYM tarafından iptal edilme riski taşıyacağını belirtiyor.

Uluslararası Arenada Altın Oran Arayışı

İçerideki infaz düzenlemesini kilitleyen Suriye meselesi, ABD'de yüksek düzeyli görüşmelerin merkezindeydi. Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, bu görüşmelere katıldı ve bölgede bir "Altın Oran" bulma hedefinden bahsetti. Bu altın oran; ülkenin bir bütün olması, herkesin can ve mal güvenliğinin sağlanması ve çeşitli etnik veya dini grupların hiçbir baskı altında kalmaması anlamına geliyor. Türkiye için bu denge arayışı kritik; zira Suriye'de Kürtlerin devlet yapısına uzlaşılmış bir statüyle entegre edilmesi, Türkiye'deki Kürt süreci için somut bir ilerleme fırsatı yaratabilir.

Ancak ABD'deki toplantıların ve parfüm sıkmalı samimi görüşmelerin ardından Suriye'den gelen haberler, istikrar arayışının ne kadar zorlu olduğunu kanıtladı. ABD'nin Türkiye ve Suriye için CAATSA yaptırımlarını kaldırma talimatına rağmen, bu yaptırımların yasayla düzenlenmiş olması sebebiyle idarenin elinin kolunun bağlı olduğu ortaya çıktı.

Şam’da Patlamalar ve Yeni Bir Çatışma Dalgası

Barış görüşmeleri sürerken, Şam'da arka arkaya patlamalar yaşandı. Ardından Şam sokaklarında toplanan bir kısım insan, hükümetten YPG/SDG'ye karşı operasyon düzenlemesini istedi. Daha da endişe verici olan, SDG yönetimindeki Rakka'nın Doğu kırsalında hain bir saldırıya maruz kaldıklarını açıklaması. SDG, Şam hükümetine bağlı fraksiyonların ve onları destekleyen tarafların sivillerin güvenliğini hiçe sayarak insansız hava araçları ve ağır silahlar kullandığını belirterek, bu fraksiyonları dizginleme çağrısında bulundu. Ayrıca Süveyde ilinde, HTŞ'nin yönettiği iç güvenlik güçleri ile Dürzi grupları arasında da yeniden çatışmaların başladığı haberleri geldi. Suriye'nin tekrar karışması, "terörsüz Türkiye süreci" beklentilerini de yavaşlatacağa benziyor.

Küresel Şok: Organize Suç Endeksinde Zirveye Tırmanış

İç ve dış politikadaki bu karmaşa sürerken, Türkiye'nin uluslararası arenadaki itibarı da ciddi yara alıyor. 2025 Küresel Organize Suç Endeksi raporu, ülkenin suçla mücadeledeki acı gerçeğini ortaya koydu. Art arda yapılan operasyonlara rağmen, Türkiye, incelenen 193 ülke arasında korkutucu bir şekilde 10. sıraya yerleşti.

Raporun en çarpıcı tespiti ise, organize suç aktörlerinin sadece yer altında faaliyet göstermemesi. Bu aktörler, siyasi ve ekonomik çevrelerden güç alarak adeta dokunulmazlık zırhına kavuşuyorlar. Suç aktörlerinin, siyasal ve ekonomik yapıların çevresinde konumlandığı, hatta bunlarla iç içe olduğu ifade ediliyor. Yargı ve yürütme arasındaki anlaşmazlıklar ise kurumsal mücadeleyi zayıflatıyor.

Uyuşturucu, silah ve insan kaçakçılığının yanı sıra, bu gruplar eğlence sektörü ve özel güvenlik şirketleri üzerinden de haraç topluyor. Yüksek enflasyon, döviz krizleri ve işsizlik gibi ekonomik sorunlar, tütün, yakıt ve altın kaçakçılığının bile halk arasında meşru bir geçim biçimi haline gelmesine yol açtı.

Gri listeden çıkarılmış olsa dahi, kara para aklama risklerinin devam ettiği vurgulanan raporda, Türkiye'nin artık sadece transit ülke değil, aynı zamanda insan ticareti ve göçmen kaçakçılığı için hedef ülke haline geldiği belirtiliyor.

Bu organize suç ekonomisinin siyasi ve ekonomik çevreler tarafından korunması ve dokunulmazlık zırhı kazanması, toplumun neden hızla yoksullaştığını ve etrafta çılgınca para harcayan, kontrolsüz bir zümrenin nasıl oluştuğunu açıklayan kritik bir gösterge sunuyor. İçeride adaletin temelini sarsan hukuksuzluk ile dışarıda aranan barış arasında kalan Türkiye, acilen hem hukuk hem de demokratikleşme yolunda sağlam adımlar atmalıdır.


(Demokrasi ve adalet arayışımızın yorgunluğunu üzerimizde hissederken, 25. ölüm yıl dönümünde sevgili Ahmet Kaya'yı da sevgi ve özlemle anıyoruz.).