Gazetecilik, her zaman riskli bir arenadır; kelimeler kılıçtan keskin olabilir, ama bazen de en masum ifadeler fırtınalar koparır. Türkiye'de basın özgürlüğü, yıllardır tartışmaların odağında yer alıyor ve son dönemde yaşanan olaylar, bu tartışmaları daha da kızıştırıyor. Özellikle sosyal medya platformlarının yükselişiyle birlikte, bireysel yayınlar hem büyük bir özgürlük alanı hem de beklenmedik tuzaklar sunuyor. Peki, bir YouTube videosu nasıl olup da bir gazetecinin hayatını altüst edebiliyor? Bu sorunun cevabı, son günlerde kamuoyunu ikiye bölen bir davada yatıyor – bir dava ki, sadece bir kişinin değil, tüm sektörün kaderini etkileyebilecek nitelikte.
Davanın kökeni, 63 yaşındaki deneyimli gazeteci-yazarın kendi YouTube kanalında yayınladığı bir videoya dayanıyor. Yaklaşık 30 saniyelik bu kısa kes-yapıştır bölüm, iddiaya göre bazı ifadelerin "tehdit" unsuru taşıdığı gerekçesiyle soruşturmaya dönüştü. Gazeteci, 22 Haziran'da bu suçlamayla tutuklandı ve o günden beri Silivri Cezaevi'nde geçirdiği günler, hem kendisi hem de ailesi için tam bir sınav haline geldi. Tutukluluğun üzerinden aylar geçmişti ki, mahkeme süreci hızlandı ve üçüncü duruşma, 26 Kasım 2025'te, yani dün, Silivri Cezaevi Duruşma Salonu'nda gerçekleşti. Salon, gazetecilerin, avukatların ve destekçilerin akınına uğrarken, hava adeta elektriklenmişti – herkes, kararın basın özgürlüğüne nasıl bir darbe indireceğini merakla bekliyordu.
Duruşma, saat 10.50'de başladı ve salona alkışlar eşliğinde giren gazeteci, sakin ama kararlı bir ifadeyle savunmasına girişti. Kendisi, videodaki sözlerinin herhangi bir tehdit içermediğini, aksine günlük bir yorum olduğunu vurguladı. "Cumhurbaşkanının koruma dairesi başkanlığında 4-5 bin polis çalışıyor," diye ekledi, sesinde hafif bir ironiye rağmen. Gazeteci arkadaşlarından ricayla, yayınından sonra cumhurbaşkanının programında herhangi bir değişiklik olup olmadığını kontrol ettirmişti – ve sonuç? Hiçbir aksama yoktu. Bu detay, savunmasının en çarpıcı noktalarından biriydi; zira eğer gerçekten bir tehdit algılanmış olsaydı, güvenlik protokollerinde en ufak bir kıpırdanma olurdu. "Cumhurbaşkanı neden benden korksun? Ben bir örgüt üyesi değilim, bir şey değilim. Şiddete başvurmuşluğum yok. Ayrıca cumhurbaşkanı da korkan birisi değil," diyerek, suçlamanın absürtlüğüne dikkat çekti. "Bence, burada hem bana hem de cumhurbaşkanına haksızlık ediliyor. Böyle bir suçlama ile karşınızda olmak çok saçma gereksiz geliyor. Beraatimi talep ediyorum," sözleriyle savunmasını noktaladı. Bu anlar, salonda bulunanları derinden etkiledi; bir gazetecinin, mesleğinin getirdiği yükü böylesine çıplak bir şekilde anlatması, dinleyenlerde hem empati hem de öfke uyandırdı.
Savunmanın ardından söz alan avukatlar, davanın hukuki zeminini sarsacak argümanlar sundu. Öncelikle, sanık avukatlarından Emine Rezzan Aydınoğlu, tarihi bir örnekle sahneye çıktı: 15 Temmuz sonrası dönemde, cumhurbaşkanına suikast girişiminde bulunduğu iddia edilen 120 kişinin beraat ettiğini hatırlattı. Bu, mahkemenin elindeki delillerin ne kadar zayıf olduğunu gösteren somut bir paralellikti – eğer fiziksel bir eylem bile suç unsuru oluşturmuyorsa, sözlü bir ifade nasıl olabilirdi? Ardından, Türkiye Barolar Birliği Başkanı Erinç Sağkan devreye girdi; kendisi de sanık avukatı olarak görev alıyordu. Sağkan, delil toplama aşamasının tamamlandığını, artık yeni bir unsura ihtiyaç olmadığını belirterek, hem beraat hem de tahliye talebini yineledi. Bu müdahaleler, davanın sadece bireysel bir mesele olmadığını, daha geniş bir hukuki çerçeveye oturduğunu ortaya koyuyordu. Salonda, bir gazeteci olan Timur Soykan'ın duruşma sırasında çizdiği karikatürler, gerilimi bir nebze yumuşattı – ancak mahkeme başkanı, fotoğraf çekilmemesi konusunda sert bir uyarıda bulundu, ki bu da basın özgürlüğünün sınırlarını bir kez daha hatırlatıyordu.
Ara verildikten sonra mahkeme heyeti, kararını açıklamaya hazırlandı. Savcının esas hakkındaki mütalaasında, gazeteciye 5 yıl hapis cezası verilmesi talep edilmişti – bu, suçlamanın ciddiyetini yansıtan bir talep olarak salonda yankılandı. Ancak heyet, "cumhurbaşkanına tehdit" suçundan 4 yıl 2 ay hapis cezasına hükmetti; iyi hal indirimiyle cezayı bu seviyeye çekmişlerdi. Karar, Türkiye Cumhuriyeti tarihinde bir ilke işaret ediyordu: "Sözle suikast" olarak nitelendirilen ilk ceza. 26 Ağır Ceza Hakimi, tahliye talebini reddederken gerekçesini "kaçma şüphesi" olarak gösterdi – ironik olan, gazetecinin bugüne kadar tüm çağrılara eksiksiz yanıt vermiş olmasıydı. Karar açıklandığı anda, salonda tepkiler patladı; gazeteci, elindeki kağıtları havaya fırlatarak öfkesini dile getirdi. Bu jest, hem kişisel bir isyan hem de sembolik bir direniş olarak yorumlandı. Avukatlar, hemen istinaf yoluna başvuracaklarını duyurdu, zira kararın temyiz süreci, davanın kaderini belirleyecekti.
Bu kararın yankıları, sadece mahkeme salonuyla sınırlı kalmadı. Türkiye Barolar Birliği Başkanı Erinç Sağkan, duruşma sonrası yaptığı açıklamada, olayın boyutlarını netleştirdi: "Mahkeme heyeti bugünkü değerlendirmesini tehdit suçu çerçevesinde suç tanımının unsurlarının oluştuğu yönünde gerçekleştirdi ancak daha da enteresanı bunu bir fiili saldırı olarak nitelendirdi. Daha da bence ağır konu kaçma şüphesiyle Fatih Altaylı’nın hükmen tutuklanmasına karar verildi. Bugüne kadar defalarca mahkemeler tarafında çağrıldığında giden birine hükmen tutuklama. Fatih Altaylı üzerinden tüm basına bir gözdağıdır." Sağkan'ın bu sözleri, kararın bireysel bir ceza olmaktan öte, gazetecilik mesleğine yönelik sistematik bir baskı aracı olduğunu ima ediyordu. Nitekim, Türkiye'de son yıllarda basın özgürlüğü endeksleri, uluslararası raporlarda sürekli gerileme gösteriyor; bu dava, o raporlara yeni bir madde ekleyecek nitelikte.
Peki, bu olay gazetecilik pratiğini nasıl etkileyecek? Bir YouTube videosunun 30 saniyelik bir bölümü, yılların deneyimli bir ismi cezaevine gönderebiliyorsa, diğer gazeteciler ne yapacak? Sosyal medya, özgür bir platform olarak doğdu ama artık sansür ve soruşturma aracı haline geliyor. Gazetecinin savunmasında vurguladığı gibi, koruma protokollerinde hiçbir değişiklik olmaması, suçlamanın ne kadar temelsiz olduğunu gösteriyor. Yine de mahkeme, "fiili saldırı" benzetmesiyle, sözün gücünü abartılı bir şekilde yorumladı. Bu, sadece Türkiye'deki değil, küresel ölçekte ifade özgürlüğü tartışmalarına da katkı sağlayacak bir vaka – Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin benzer davalarda verdiği kararlar, istinaf sürecinde yol gösterici olabilir.
Davanın arka planına biraz daha derinlemesine bakalım: Gazeteci, tutuklanmadan önce sektörde saygın bir konuma sahipti; kitapları, köşe yazıları ve yayınları, milyonlarca insana ulaşıyordu. Tutukluluğu, ailesini ve meslektaşlarını derinden sarsarken, destek kampanyaları sosyal medyada hızla yayıldı. Duruşma salonunda yaşananlar – alkışlar, çizimler, tepkiler – adeta bir tiyatro sahnesini andırıyordu. Ama bu tiyatro, trajik bir sonla bitmedi; istinaf umudu hala canlı. Eğer karar bozulursa, bu "sözle suikast" kavramı tarihe karışabilir; bozulmazsa ise, basın özgürlüğü mücadelesi yeni bir ivme kazanır.
Sonuç olarak, bu dava bize şunu hatırlatıyor: Kelimeler özgür olmalı, ama bazen zincirlenirler. Gazetecinin fırlattığı kağıtlar gibi, tepkilerimiz de havada asılı kalmasın. Türkiye'de gazetecilik, her zamankinden daha zorlu bir yol – ama pes etmek yok. Bu hikaye, devam edecek; çünkü basın susturuldukça, toplumun sesi kısılır. Okuyucular olarak bizler, bu sesi duyurmaya devam etmeliyiz.





