Türkiye ekonomisi, 2025 sonbaharının en kritik günlerinde adeta bir fırtınanın ortasında kalmış gibi. Bir yanda deprem felaketinin yaralarını sarmaya çalışan Adıyaman gibi bölgelerdeki konteyner kentlerde hayatta kalmaya çalışan on binlerce aile, diğer yanda ise hükümetin açıkladığı 500 bin TOKİ evi projesiyle umutlanan milyonlar. Ancak bu umutlar, gerçekçi bir bakışla incelendiğinde, derin bir hayal kırıklığına dönüşme riski taşıyor. Ünlü ekonomi yorumcusu Murat Muratoğlu ve finans gazetecisi Remzi Özdemir'in son yayındaki sohbeti, tam da bu çifte şoku masaya yatırıyor: Siyasi belirsizlikler ve ekonomik baskılar, Türkiye'yi nasıl bir girdaba sürüklüyor? Bugünkü tarih, 23 Kasım 2025, ve bu tartışmaların yankıları hâlâ kulaklarımızda çınlıyor – zira sadece üç gün önce, 20 Kasım'da kaydedilen bu yayın, güncel verilerle kıyaslandığında hâlâ taze ve ürkütücü derecede doğru öngörüler sunuyor.
Adıyaman'ın tozlu yollarında, depremin üzerinden geçen aylara rağmen hâlâ konteynerlerde yaşayan ailelerin hikayesi, ekonominin en çıplak gerçeğini yansıtıyor. Remzi Özdemir, yayın sırasında Adıyaman'dan seslenirken, "Bu hâlâ bir deprem bölgesi, Murat. Erdoğan iki gün önce buradaydı, her şey güllük gülistanlık görünüyordu ama o gittikten sonra eski haline döndü," diye anlatıyor. On binlerce insan, 500 bin TOKİ evi vaadiyle umutlanırken, gerçekte hâlâ barınak sıkıntısı çekiyor. Hükümetin bu projeyi duyurması, ilk bakışta bir rahatlama gibi dursa da, uzmanlar bunun bir "seçim yatırımı" veya "erteleme taktiği" olabileceğini vurguluyor. Hatırlayın, iki yıl önce vaat edilen 250 bin konut projesi bile bugüne kadar tam anlamıyla hayata geçirilemedi – oysa kriz o zaman bugünkü kadar derin değildi. Şimdi, enflasyonun yüzde 40'ları aştığı bir ortamda, 500 bin konut için gereken kaynak nereden gelecek? Dolaylı vergilerle nefes almaya çalışan bir devlet, bu yükü nasıl taşıyacak?
Bu sorunun cevabı, belki de bankaların gizli zaferinde yatıyor. 500 bin TOKİ evi başvuru sürecinde, vatandaşlardan istenen 5 bin liralık depozito, adeta bir finansal tuzak gibi işliyor. Özdemir, hesap kitap yaparak açıklıyor: "Halkbank ve Ziraat Bankası, talep mevduatlarında devasa kazanç elde ediyor. Bu para en az üç ay hesapta kalacak, milyonlarca başvuruyla birlikte bankalar bir yıllık hedeflerini anında yakalayacak." Düşünün: İlk gün 900 bin başvuru, toplamda 20 milyona yakın e-devlet üzerinden gelen talep. 20 milyon çarpı 5 bin lira, inanılmaz bir likidite akışı demek. Bankalar için talep mevduatları altın değerinde – hele ki TL mevduat faizleri yüzde 40'larda gezinirken, bu para bedavaya geliyor. Vatandaşlar umutla para yatırırken, bankalar bu fonları düşük maliyetle kullanıp kredi vererek kar marjlarını şişiriyor. Üstelik enflasyon hesaba katıldığında, iki yıl前の 500 liralık depozito bugün 3 bin liraya denk geliyor; yani 5 bin liralık yeni ücret, geçmiş hataların bir tekrarı gibi. Eğer 10 bin lira olsaydı, bankaların bilançoları daha da parlayacaktı. Bu sistem, ekonomiyi çifte şokla vuran bir mekanizma: Bireyler umutla para kaybediyor, kurumlar ise sessizce zenginleşiyor.
Peki ya asgari ücret ve yoksulluk maaşı vaatleri? Bunlar da aynı belirsizliğin gölgesinde. Hükümet, her aileye maaş vaadinde bulunurken, Özdemir şüphelerini dile getiriyor: "Devlet herkese maaş verecek mi? Bütçe veya fon için belki sembolik bir şey olur, her ilde bin-iki bin kişiye verirler. Ama gerçekçi olalım, Turgut Özal dönemindeki fonlar gibi sınırlı kalır." Asgari ücret zammı tartışmaları, enflasyonun pençesinde ezilen milyonları ilgilendiriyor. Küçük evler için aylık 7 bin liralık taksitler önerilirken, bu rakam bile birçok aile için lüks kaçıyor. Yayın sırasında Muratoğlu, "Devlet 250 bini veremedi ama bu sefer verecek mi?" diye sorarken, Özdemir net: "Mantık ve akıl var, kardeş. Bu devlet o kadar sıkışmış ki, dolaylı vergilerle nefes alıyor." Güncel verilere baktığımızda, 23 Kasım itibarıyla asgari ücret görüşmeleri hâlâ sıcak – sendikalar yüzde 100 zam talep ederken, hükümet enflasyon hedeflerini aşağı çekmeye çalışıyor. Bu çifte şok, sadece cepleri değil, sosyal yapıyı da sarsıyor: Yoksulluk maaşı gibi vaatler, eğer sembolik kalırsa, milyonları daha da öfkelendirecek.
Siyasi arenada ise gerilimler iyice tırmanıyor. Yayın, AKP-MHP ittifakının kırılganlığını ve Devlet Bahçeli'nin Abdullah Öcalan'la ilgili hamlelerini merkeze alıyor. "Tarihi an" ifadesi boşuna değil; mecliste beklenen kararlar, ekonomiyi doğrudan etkileyecek. Özdemir, "Siyasi belirsizlik, piyasaları manipüle ediyor. Turizm sektörü, jeopolitik gerilimlerden darbe yiyor," diyor. Hatırlayın, son aylarda Doğu Akdeniz'deki gerilimler, turist akışını yavaşlattı – oteller boş, esnaf perişan. Üstelik bu siyasi fırtına, Bitcoin ve altın gibi alternatif yatırımları patlatıyor. Vatandaşlar, TL'nin erimesine karşı altına ve kripto paralara yönelirken, Muratoğlu esprili bir dille uyarıyor: "Bir adam evini 100 bin dolara satamadı, 1 dolara çekiliş yaptı – milyonlarca başvuruyla cebini doldurdu. Biz de aynısını yapıyoruz; evi veremeyince parayı tutuyorlar." Bu metafor, sistemin absürtlüğünü özetliyor: Umut satılıyor, gerçekler erteleniyor.
Deprem bölgesindeki güncel durum, tüm bu ekonomik tartışmaların en insani yüzünü gösteriyor. Adıyaman'da, Özdemir'in bir haftalık ziyaretinde gördüğü manzara yürek burkucu: "Vatandaşlar 500 bin ev beklerken, hâlâ konteynerlerde. 5 bin lirayı buna göre yatırın." Erdoğan'ın ziyareti sonrası "güllük gülistanlık" görünümün çabuk dağılması, hükümetin kriz yönetimindeki zayıflığını işaret ediyor. 23 Kasım 2025 itibarıyla, deprem yardımları hâlâ yetersiz – uluslararası raporlar, yeniden yapılanma fonlarının geciktiğini doğruluyor. TOKİ projesi, eğer hayata geçerse, inşaat sektörünü canlandırabilir; ama teknik zorluklar ve bütçe eksikliği, bunu utopia bir hayale dönüştürüyor. Özdemir'in hesabı basit: "Ne TOKİ ne Çevre Bakanlığı böyle bir bütçeye sahip. İnşaat sektörü insan gücüyle dönüyor, ama bu sayı çok büyük."
Turizm ve küresel baskılar da cabası. Jeopolitik gerilimler, yaz sezonunun ötesinde kış turizmini bile tehdit ediyor. Özdemir, "Piyasalar manipüle ediliyor, turizm darbe yiyor," derken, Muratoğlu'nun "Kuş pisliği ulusal piyango olur" esprisi bile, absürtlüğün boyutunu yansıtıyor. ABD'deki ev çekilişi örneği gibi, Türkiye'de de umutlar raffılla satılıyor – ama kazananlar azınlıkta kalıyor. Bitcoin'in yükselişi, altın talebinin artması, TL'nin değer kaybı; hepsi bu çifte şokun parçaları. Vatandaşlar, e-devlet üzerinden başvuru yaparken fark etmiyor: Para, bankaların kasasına akıyor, enflasyon ise cepleri eritiyor.
Sonuçta, bu yayın bize şunu hatırlatıyor: Ekonomi, sadece rakamlar değil, insan hikayeleriyle şekilleniyor. Adıyaman'daki konteynerlerden meclisteki siyasi pazarlıklara, banka bilançolarından asgari ücret masalarına kadar her şey birbirine bağlı. Remzi Özdemir'in "Bu bir erteleme taktiği" uyarısı, Murat Muratoğlu'nun gerçekçi hesaplarıyla birleşince, tablo netleşiyor: Çifte şok, ya reformlarla aşılacak ya da daha derin bir krize yol açacak. 23 Kasım 2025'te, bu tartışmaların yankıları sürerken, milyonlar hâlâ umutla bekliyor – ama gerçekçi olmak gerek, değişim için baskı şart. Bu krizden çıkış yolu, belki de hepimizin el ele vermesinde yatıyor; yoksa çifte şok, tek bir felakete dönüşebilir.