Türkiye siyaset ve hukuk gündemini sarsan en kritik konu, İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı Akın Gürlek’in, yargı mensubu olmasına rağmen Cumhurbaşkanlığına bağlı bir devlet şirketinden maaş alması iddiaları oldu. Akın Gürlek, 2024 yılının Ekim ayında İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı olarak atanmıştı. Başsavcı olarak atanmasından önce Adalet Bakan Yardımcısıydı. Bu süreçte Eti Maden şirketinin Lüksemburg’daki biriminde yönetim kurulu üyesi olarak görev yapıyordu ve bu görevi Başsavcı olduktan sonra da tam dokuz ay boyunca, Ağustos 2025’e kadar sürdürdüğü öne sürüldü.
CHP lideri Özgür Özel, bu durumu belgeyle açıklarken, hemen ardından AKP’li isimler bu durumu yalanlama yoluna gitti. Yalanlamada, Savcının görevi bıraktığı ve parayı iade ettiği iddia edildi. Ancak, yasal duruma bakıldığında, bir yargı mensubunun (Başsavcı olmadan önce de savcıydı ve Adalet Bakan Yardımcılığına savcılıktan gitmişti) Varlık Fonu’na bağlı bir şirketten yönetim kurulu maaşı almasının, yasal ve Anayasal olarak tek başına mümkün olmadığı, yasalara aykırı olduğu belirtiliyor.
Özgür Özel’in açıklamış olduğu belge görünürde gerçek olup, 24 saate yakın bir süre geçmesine rağmen iddialara karşı somut bir yalanlama veya düzgün bir izahat gelmedi. En fazla yapılan izahat, “aldığı parayı geri iade etti” söylemi oldu. Bu kadar belirgin bir kuralın çiğnenmesi, yetkililerin “o kadar pervaz bir anlayışla hareket ediyorlar ki kimseden korkmuyorlar” yorumlarına neden oldu. Savcının, aldığı paranın 26.000 lira gibi küçük bir rakam olmasına rağmen, “insan İstanbul’da yargının başı olmuşsun 26.000 L için insan kendini böyle bir lekenin altına sokar mı” sorusu gündeme getirildi.
Ayrıca, Lüksemburg’daki resmi Ticaret Sicil Gazetesi’ne Akın Gürlek’in görevinin 2027’ye kadar devam edeceğinin 29 Temmuz’da bildirildiği ortaya çıktı. Bu karardan sadece yedi gün sonra (6 Ağustos’ta) ise görevden ayrıldı. Savcının daha önce İmamoğlu soruşturmasına bakan kişi olduğu da biliniyor. Uzatmanın kendinden habersiz yapılması ya da “kulağına biri bir şey fısıldadı ya bu bu duyulacak haberin olsun” diye istifa etmek zorunda kaldığı ihtimalleri öne sürülüyor. Tüm bu sürecin bir yargı mensubu açısından “utanç verici, utanılacak bir tablo” olduğu ifade edildi.
Özgür Özel, HSK’nın toplanıp Gürlek’i açığa almasını ve yerine başka bir savcı atanmasını talep etse de, iktidarın iki dünya bir araya gelse de “asla CHP’ye böyle bir paye vermezler” ve “chp kelle aldı pozisyonuna gelir” düşüncesiyle bu görevi sonlandırmayacağı öngörülüyor.
Siyasi Dildeki Sertleşme ve Ana Muhalefetin Stratejik Hataları
Akın Gürlek skandalı üzerine yoğun siyasi tartışmalar yaşanırken, CHP lideri Özgür Özel'in Cumhurbaşkanı Erdoğan'a yönelik kullandığı sert dil de gündemi değiştirdi. Özel, Ümraniye’de yaptığı bir mitingde, Erdoğan’a hitaben “bizimle uğraşan itine köpeğine sahip çık bundan sonra da hak etmediğimi duyarsan hak ettiğini duyarsın” ifadelerini kullandı. Bu sözler üzerine, Erdoğan’ın avukatı derhal jet hızıyla hakaretten soruşturma başlattı ve 500.000 TL manevi tazminat davası açtı.
Bu dilin, ana konuyu (Akın Gürlek skandalını) gölgede bıraktığı ve Özgür Özel'in kendi ayağına sıktığı eleştirisi yapılıyor. Analizlere göre, Özel’in “sokak ağzıyla” konuşmaya başladığında, açıkladığı belgenin unutulduğu ve tehditlerin gündeme dönüştüğü belirtiliyor. Özel’in “ergenlikten kurtulamadığı” ve “genel başkan olacak bir olgunluk kazanacak diye kazanamadığı” iddia ediliyor. Hakaret etmenin, “toplumun gazını almayı marifet zanneden” bir tavır olduğu ancak bunun CHP’ye zarar verdiği belirtildi. Anket firmalarının sunduğu verilere göre, CHP’nin oyunun son 3 aydır ya 1-2 puan gerilediği ya da artmadığı ifade ediliyor. Hakaret dilinin, asıl tartışılması gereken “devasa bir korkunç bir belgeyi” gölgede bıraktığı vurgulanıyor.
Genel başkanın, tüm baskılara rağmen metanetini, olgunluğunu ve sakinliğini kaybetmemesi gereken kişi olduğu ancak bu tavrın buna uymadığı görüşü dile getiriliyor. Erdoğan’ın da bu tartışmalara yanıtı sert oldu. Cumhurbaşkanı, “kendisine tavsiyem biz az söyledik o çok anlasın” cümlesini kullandı. Bu ifadenin kesin bir tehdit olduğu düşünülüyor. Bu cümlenin ancak iki kişinin bildiği bir konuya (Özel ve Erdoğan’ın) işaret edebileceği, belki daha önceki bir anlaşmaya ya da mutlak butlan davası gibi bir konuya atıfta bulunarak tehdit ettiği yorumlanıyor. Zira mutlak butlan davasının tamamen kapanmadığı ve Aziz İhsan Aktaş ya da Ekrem İmamoğlu iddianameleri sonrasında yeniden güçlü bir şekilde gündeme gelebileceği iddiaları mevcut.
Anayasal Düzenin Çöküşü: Yüksek Mahkeme Kararları Nasıl Tanınmıyor?
Türkiye’deki hukuk devleti tartışmalarını alevlendiren en ciddi gelişme, Anayasa Mahkemesi (AYM) kararlarının alt mahkemelerce tanınmaması oldu. Gezi tutuklusu Tayfun Kahraman hakkında, AYM hak ihlali kararı vermesine rağmen, İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi bu yeniden yargılama talebini reddetti. Bu durum daha önce Can Atalay, Osman Kavala ve Selahattin Demirtaş gibi isimler için de yaşanmıştı.
Bu yaşananlar, “sıradan bir mahkeme Anayasa Mahkemesine ayar veriyor” şeklinde sertçe eleştiriliyor ve Türkiye’nin “resmen Muz Cumhuriyeti’nin daha berbat bir durumuna” sokulduğu ifade ediliyor. AK Parti’nin 2010 referandumuyla getirdiği ve en çok övündüğü hak olan AYM’ye bireysel başvuru hakkının, mahkemeler tarafından etkisizleştirildiği görülüyor. Tayfun Kahraman’ın MS hastası olduğu, Gezi’de gösteri yaptığı ve ağaçlara sahip çıktığı için 18 yıl hapis cezası aldığı hatırlatılırken, mahkemenin AYM kararını tanımamasının “düşman hukuku” uygulandığı anlamına geldiği belirtiliyor.
Anayasa’da net kural olmasına rağmen (AYM kararının herhangi bir mahkeme tarafından tartışılamayacağı), kendi yaptıkları yasalara bile uymadıkları eleştirisi yapılıyor: “senin kendi yaptığın anayasa maddesine uymuyorsun bizden ne yeni anayasası istiyorsun”. Hukuktaki bu darmadağan oluşun, MHP’nin zamanında AYM’nin AHİM kararlarını kabul etmemesiyle başladığı ve ardından Yargıtay’ın AYM’yi tanımamasıyla yayıldığı, böylece hukuk hiyerarşisinin tamamen bozulduğu öne sürülüyor.
İmralı Gerginliği ve MHP’nin İnadı
AK Parti ve MHP arasındaki gerilim, gazeteler üzerinden yapılan manşet savaşlarına dönüştü. AKP’ye yakın Yeni Şafak gazetesinin “Koalisyon İmralı’ya gitmesin” manşetine karşılık, MHP’ye yakın Türkün Gazetesi “Terörsüz Türkiye’ye darbe” manşetiyle cevap verdi. Bu durum, Cumhur İttifakı’nda açık bir tatsızlık olduğunu gözler önüne seriyor.
Gerginliğin temelinde, İmralı’ya gitmesi planlanan komisyon tartışması yatıyor. MHP’nin İmralı’ya gidilmesi konusunda “çok hassas” ve “inat etmiş” olduğu belirtiliyor. Komisyon toplantısının iptal edilmesi de gerginliği azaltma çabası olarak yorumlanıyor. Yeniden Refah Partisi (Fatih Erbakan) komisyona üye göndermeyeceğini açıklarken, Devlet Bahçeli’nin ise illa gidilmesi yönünde bastırdığı ifade ediliyor. Bahçeli’nin, bu süreçle Öcalan’ı “meşru bir kurucu lidere dönüştürme” çabası içinde olduğu, bunun için toplumsal tepkiyi bile umursamadığı iddia ediliyor.
CHP’nin ise bu konuda topu AK Parti’ye attığı, Erdoğan karar verdiği takdirde komisyona katılacağı, aksi takdirde “oyun bozanlığa düşmek istemediği” ve Erdoğan’ın talimat vermesi durumunda komisyonun üç gün içinde İmralı’ya gideceği düşünülüyor.
Gazetecilere Yönelik Baskı Politikası ve Yeni İfade Yöntemi
İmamoğlu soruşturmasının kapsamı gazetecilere kadar genişletildi. Soner Yalçın, Ruşen Çakır, Şaban Sevinç, Batuhan Çolak ve Yavuz Oğhan gibi altı gazeteci hakkında işlem yapıldı, Aslı Aydıntaşbaş ise yurt dışında olduğu için ifade veremedi. Bu gazeteciler, gözaltı kararı olmamasına rağmen, sabahın erken saatlerinde polis tarafından evlerinden alındılar.
Bu durum, “gözaltı yoksa sen git ben sonradan gelebilirim diyemiyor” ve “telefonun adı gözaltı o gözaltı oluyor telefonla da el koyuyor” şeklinde eleştirilerek, yeni bir hukuk anlayışı ve “korku politikasını yayma” yöntemi olduğu iddia edildi. Gazetecilere, gizli tanıkların ifadeleri soruldu. Kendilerine “Ekrem İmamoğlu’dan para aldın mı?” ve “Şu yayınları niye yaptın?” gibi sorular yöneltildiği, “yorum yapma hakkının ortadan kaldırılmaya çalışıldığı” belirtildi. İfade sonrası yurt dışına çıkış yasağıyla serbest bırakıldılar.
Yükseköğretim Kurulu (YÖK) Kaldırılacak mı?
YÖK’ün kuruluşunun 44. yıldönümünde, YÖK’ün kaldırılması talepleri yeniden gündeme geldi. Özgür Özel, “YÖK’ü yok etmeye geliyoruz” dese de, geçmişte hiçbir iktidarın (AK Parti dahil) YÖK’ü kaldıramadığı hatırlatıldı. AK Parti, iktidara geldiğinde kaldırılmasını istemiş ancak “önce biraz düzeltelim adaleti sağlayalım biraz da bizim adamlarımız akademiye girsin ondan sonra kaldıralım” diyerek bu kararı ertelemişti.
YÖK’ü kaldırmanın teknik olarak da adil olmayacağı belirtiliyor. Çünkü iktidarın akademiyi kendi yandaşlarının yapısına dönüştürdüğü, bu haliyle kaldırmanın adaletsizliği olduğu gibi bırakmak anlamına geleceği ifade ediliyor. Bu nedenle, Özgür Özel’in vaadinin de “kuru sıkı” olduğu ve teknik olarak bu zorluğun üstesinden gelemeyeceği düşünülüyor.
Kocaeli Müftüsünden Barıştırıcı 10 Kasım Hamlesi
Kocaeli İl Müftüsü Mehmet Sönmezoğlu’nun 10 Kasım’da ildeki tüm camilerde Atatürk’e mevlit okutulması talimatı dikkat çekti ve bunun daha önce görülmemiş bir uygulama olduğu belirtildi. Bu hamlenin, bir Atatürk istismarına dönüşme riski taşısa da, olumlu bir tarafının olduğu savunuluyor.
Yıllardır özellikle İslamcılar eliyle “Atatürk’le dindarlar arasında bir duvar örme çabası vardı”. Müftünün bu hamlesiyle o duvarların kırıldığı ve “cami cemaatiyle ya da muhafazakar toplum kesimiyle Atatürk arasındaki bağın kuvvetlendirilmesi” açısından iyi bir adım olduğu görüşü dile getirildi. Bu tip hamlelerin, Atatürk’ün Türkiye’de tartışma konusu olmaktan çıkıp herkesin saygı duyduğu bir konuma gelmesine yardımcı olacağı ifade edildi.
Toparlayıcı Analoji: Türkiye'nin siyasi ve hukuki durumu, adeta bir evin içindeki iskelet sisteminin (Anayasa ve yasa) çürümeye başladığı, ancak evin dış cephesini (gündemdeki siyasi atışmalar ve tehditler) cilalamakla meşgul olunduğu bir tablo çiziyor. En üst kattaki skandallar (Başsavcı) ve zemindeki çatlaklar (AYM'nin tanınmaması) görmezden gelinerek, günlük gürültü ve kişisel polemikler (Özgür Özel’in üslubu, İmralı tartışması) esas konu haline geliyor; oysa temel yapısal sorunlar her an daha büyük bir yıkıma işaret ediyor.




