Tarih, devletler arası ilişkilerin karmaşıklığını en çarpıcı şekilde yansıtan bir ayna gibidir. Özellikle genç bir cumhuriyetin kuruluş yıllarında, iç ve dış baskılar altında şekillenen diplomatik tutumlar, bugünün politik tartışmalarına zemin hazırlar. Vatikan gibi teokratik bir yapının, yeni doğan Türkiye Cumhuriyeti'ne uzattığı el ve bu elin nasıl karşılandığı, sadece bir diplomatik not değil, aynı zamanda ulusal egemenlik mücadelesinin bir parçasıdır. Bu tür olaylar, zamanla efsanelere dönüşebiliyor; oysa arşivler, sessizce gerçekleri fısıldıyor.

İşte tam da bu noktada, 1923 yılına uzanan bir olay zinciri devreye giriyor. Cumhuriyet henüz ilan edilmemişken, harf devrimi gerçekleşmemiş ve Osmanlıca hâlâ resmi yazışma diliyken, Vatikan'ın Dersaadet yani İstanbul vekili, Papa 14. Leo'nun mektubunu Gazi Mustafa Kemal Paşa'ya sunmak için harekete geçiyor. Bu girişim, 22 Eylül 1923'te, yani cumhuriyetin ilanından yaklaşık bir ay önce gerçekleşiyor. Mektup, dönemin şartlarına uygun olarak Osmanlıca kaleme alınmış. Vatikan temsilcisi, bu belgeyi Hariciye Vekâleti yani Dışişleri Bakanlığı aracılığıyla iletmek üzere izin talep ediyor. O sırada İngiliz işgal güçleri İstanbul'u terk etmek üzereyken, bu diplomatik hamle, yeni rejimin sınırlarını test eden bir adım olarak kaydediliyor. Ancak Gazi Mustafa Kemal, Papa'nın ziyaret isteğini nazikçe ama kararlı bir şekilde reddediyor. Bu mektup ve verilen cevap, bugün hâlâ Cumhurbaşkanlığı arşivlerinde saklı, sessiz tanıklar olarak duruyor.

İmralı Tutanağı Komisyonda Okundu MHP'li Yıldız Sert Çıktı
İmralı Tutanağı Komisyonda Okundu MHP'li Yıldız Sert Çıktı
İçeriği Görüntüle

Yıllar geçse de Vatikan'ın ilgisi azalmıyor. 1935 yılına gelindiğinde, Atatürk'ün cumhurbaşkanlığı döneminde benzer bir teklif yeniden masaya yatırılıyor. Bu kez Papa'dan gelen görüşme önerisi, İstanbul Valiliği üzerinden Dışişleri Bakanlığı'na ulaştırılıyor. Atatürk'ün talimatıyla hazırlanan yanıt, sert ve net bir duruş sergiliyor. Cevap metninde, Vatikan'ın devlet olarak tanınmadığı vurgulanarak, "Malumu Devletleri olduğu üzere papalık Hükümeti bizce tanınmış değildir" ifadesi yer alıyor. Dahası, Vatikan'ın herhangi bir memuruna temsilci sıfatı verilmesi kabul edilmiyor. Özellikle Rahip M. Angelo Giuseppe Roncalli'nin durumu örnek gösteriliyor: Kendisine sadece saygıdeğer bir misafir muamelesi yapılacak, resmi bir statü tanınmayacak. Rahibin İstanbul Valisi'ni ziyaret etmesi, Türk Katolikleri adına konuşması gibi eylemler ise hükümetçe kesinlikle onaylanmıyor. Bu metin, dönemin dış politika anlayışını özetleyen bir manifesto gibi: Egemenlik kayıtsız şartsız ulusundur ve teokratik yapılara alan açılmayacaktır.

Bu tarihi gerçekleri aydınlatan isimlerden biri, Türk Tarih Kurumu'nun eski başkanı, eski milletvekili ve Kutlu Parti Genel Başkanı Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu. Kendisi, Osmanlıca belgelerin varlığına dikkat çekerek, süreci şöyle özetliyor: Cumhuriyet ilanından bir ay önce Vatikan temsilciliği, Papa'nın mektubunu Atatürk'e sunmak için Dışişleri Bakanlığı'ndan izin istiyor. Mektubun içeriği arşivlerde gizli kalsa da, niyet açık: Bir görüşme ve ziyaret talebi. 1935'teki ikinci girişimde ise cevap daha da kesin: "Biz Vatikan diye bir devlet tanımıyoruz. Tanımadığımız devletin papasının Türkiye'ye gelmesi ve İznik'te ayin yapması mümkün değil." Halaçoğlu, bu tutumun Menderes dönemine kadar devam ettiğini belirtiyor. Demokrat Parti iktidarında, Adnan Menderes'in başbakanlığı sırasında Vatikan nihayet devlet olarak tanınıyor. Bu değişim, Türkiye'nin dış politika evriminin bir kilometre taşı olarak değerlendiriliyor.

Peki, bu tarihi reddedişin günümüze yansımaları neler? İznik örneği, Vatikan'ın ısrarlı ilgisini somutlaştırıyor. Osmanlı döneminde askerle ele geçirilmeye çalışılan bu bölge, şimdi farklı yöntemlerle hedefte. Halaçoğlu'nun ifadesiyle, "Şimdi silahlı güç olarak değil, içten fethetmek istiyorlar." Ev kiliselerin çoğalması, pandemiden sonra vaftiz için gelen Türk gençlerinin sayısının üç kat artması gibi gelişmeler, kültürel nüfuzun araçlarını gözler önüne seriyor. Trabzon'un Maçka ilçesindeki Sümela Manastırı'nda cemaat olmamasına rağmen ibadetlere izin verilmesi, Türkiye genelinde 400 kilisenin devlet bütçesinden restore edilip ibadete açılması, tartışma yaratıyor. Restorasyonun kültürel miras koruma açısından anlaşılır olduğu, ancak ibadet özgürlüğünün sınırlarının başka bir tartışma olduğu vurgulanıyor. Çanların açıkça çalınması, hoşgörüyle karşılanıyor; peki Avrupa'da, Viyana'da, Atina'da, Selanik'te camilerde ezan minareden okunabiliyor mu? Bu asimetri, Halaçoğlu'nun tepkisini çekiyor: "Buna hoşgörüyle bakamıyorum."

Tartışmanın en çarpıcı benzetmesi ise Peygamber Efendimiz'in hicretine dayanıyor. Mekke'den Medine'ye göç ederken ilahilerle karşılanan Hz. Muhammed'in şerefli girişi, "Ey bizden seçilen elçi, yüce bir davetle geldin sen bu şehre şeref verdin ey sevgili. Hoş geldin" sözleriyle anılıyor. Halaçoğlu, bu kutsallık karşısında Papa'nın benzer bir kabul görmesini eleştiriyor: "Peygamberimiz Medine'ye girerken karşılandığı ilahiyle Papa'yı siz nasıl karşılarsınız? Allah aşkına ya yapmayın." Bu karşılaştırma, dini ve milli değerlerin kesişim noktasında bir uyarı niteliğinde. Hoşgörü, ibadet özgürlüğü gibi evrensel ilkeler savunulurken, tarihsel bağlamın ihmal edilmemesi gerektiği vurgulanıyor.

Sonuç olarak, Atatürk'ün Vatikan'a yönelik tutumu, sadece bir reddediş değil, laik cumhuriyetin temellerini koruyan bir duruşun simgesi. Arşiv belgeleriyle desteklenen bu gerçekler, bugünkü tartışmalara ışık tutuyor. İznik'teki çabalar, kilise restorasyonları veya vaftiz artışları gibi güncel olaylar, geçmişin yankılarını taşıyor. Tarih meraklıları için bu hikaye, sadece bir sayfa değil, ulusal kimliğin derinliklerini keşfetme fırsatı sunuyor. Belki de asıl soru şu: Hoşgörü ile egemenlik arasında ince çizgiyi nasıl koruyacağız? Bu sorunun cevabı, yarınların politikalarını şekillendirecek.