Ankara'da sular bir türlü durulmuyor ve siyasetin kalbi her zamankinden daha hızlı atıyor. Son günlerde başkent kulislerinde konuşulanlar, sadece bugünü değil, ülkenin gelecek on yılını şekillendirebilecek nitelikteki gelişmelerin habercisi olarak yorumlanıyor. Özellikle iktidar kanadının en tepe noktasına çok yakın bir ismin, kamuoyuna açık bir toplantıda sarf ettiği sözler, gündemin seyrini bir anda değiştirdi. Siyasi atmosferin ısındığı, ekonomik ve sosyal tartışmaların yoğunlaştığı bir dönemde gelen bu çıkış, satır aralarında barındırdığı mesajlarla dikkatli gözlerden kaçmadı. Ancak asıl fırtına, bu sözlerin ardındaki "derin" anlamın ve geleceğe dönük olası bir stratejinin deşifre edilmesiyle kopacak gibi görünüyor.

Türkiye Siyasetinde Yeni Dönem Sinyalleri mi?
Türkiye Siyasetinde Yeni Dönem Sinyalleri mi?
İçeriği Görüntüle

Gündeme damgasını vuran bu çarpıcı ifadelerin sahibi, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın oğlu Bilal Erdoğan’dan başkası değil. Erdoğan’ın geçtiğimiz günlerde yaptığı ve siyasi literatüre geçecek nitelikteki "Cumhurbaşkanımızı biraz daha güçlü kılsaydık İsrail soykırım yapamazdı" şeklindeki açıklaması, tartışmaların fitilini ateşledi. İlk bakışta babasına ve iktidara bir destek çağrısı gibi algılanan bu sözler, siyasi analistler tarafından aslında mevcut durumun bir itirafı, hatta İsrail karşısında alınan tavrın bir "mağlubiyet belgesi" olarak değerlendirildi. Bu çıkış, iktidarın dış politika hamlelerinin ve gücünün sınırlarının bizzat içeriden biri tarafından sorgulanmaya açılması anlamına geliyor.

Bu noktada akıllara gelen en kritik soru ise şudur: Çeyrek asırdır ülkeyi yöneten, yasama, yürütme ve yargı erklerini büyük ölçüde kontrolü altında tutan bir lider daha ne kadar güçlü olabilir? Parlamentodaki hakimiyet, devlet kurumlarına tam egemenlik, medyanın büyük kısmının kontrolü ve iş dünyası üzerindeki nüfuz düşünüldüğünde, "güç eksikliği" savunması inandırıcı bulunmuyor. Bilakis, bu sözlerin Gazze savaşı boyunca İsrail ile devam eden ticaretin, kapatılmayan Kürecik Radar Üssü'nün ve İncirlik’teki faaliyetlerin üzerini örtmek için üretilmiş bir bahane olduğu yorumları yapılıyor. Geçmişte koalisyon hükümetlerinin dahi gerektiğinde yabancı üsleri kapatabildiği hatırlatıldığında, bugünkü "tek adam" yönetiminin İsrail karşısındaki bu tutumu, iktidarın stratejik tercihleriyle açıklanıyor.

Bilal Erdoğan’ın son dönemde Erzincan’daki iş dünyası toplantıları gibi platformlarda boy göstererek siyasi polemiklere girmesi, sadece bir savunma refleksi değil, aynı zamanda planlı bir "sahne alma" süreci olarak okunuyor. Kulislerde konuşulan ve "İlham Aliyev Metodu" olarak adlandırılan senaryoya göre, Bilal Erdoğan’ın siyasette daha aktif bir rol üstlenmesi hedefleniyor. Bu plana göre, kendisinin önce Cumhurbaşkanı Yardımcısı olarak atanması, medyada parlatılması ve ardından babasının sağlığında yönetimi fiilen devralarak topluma "müstakbel lider" olarak benimsetilmesi düşünülüyor. En az iki yıl sürmesi öngörülen bu süreçle, iktidarın aile içinde kalması ve bir devir teslimin zeminini hazırlama gayreti dikkat çekiyor.

Ancak bu senaryonun önündeki en büyük engel, toplumda oluşan güven bunalımı ve ekonomik tablo. Özellikle asgari ücret belirleme sürecinin başladığı şu günlerde, Türkiye’nin uluslararası standartların gerisinde kalması tepki çekiyor. Uluslararası Çalışma Örgütü’nün (ILO) 131 sayılı sözleşmesini imzalayan Afrika ülkeleri dahi "açlık sınırının altında ücret belirlenemez" ilkesini kabul ederken, Türkiye’nin bu sözleşmeye taraf olmaması ve asgari ücreti açlık sınırının altında tutma ısrarı, iktidarın "ümmet" ve "adalet" söylemleriyle çelişiyor. Halkın alım gücünün eridiği bir ortamda, siyasi varis planlarının ne kadar karşılık bulacağı ise büyük bir soru işareti.

Tüm bu tablo karşısında muhalefetin durumu da iç açıcı görünmüyor. İktidarın yıpranmışlığına ve halkın ekonomik sıkıntılarına rağmen, ana muhalefet partisi CHP'nin anketlerde beklenen sıçramayı yapamaması dikkat çekici. Parti içindeki ideolojik savrulmalar, güven vermeyen politikalar ve sığınmacı sorunu gibi hayati konularda net bir duruş sergilenememesi, seçmenin alternatif arayışını zora sokuyor. Halkın iktidara kızgın olmasına rağmen muhalefete de güven duymadığı, "Türkiye'nin sorunlarını kim çözer?" sorusuna verilen yanıtlarda ortaya çıkıyor. Bu durum, iktidarın başarısızlıklarına rağmen koltuğunu korumasına ve yukarıda bahsedilen halefiyet planlarını devreye sokmasına cesaret veriyor.

Son olarak, medyadaki bilgi kirliliğine de değinmek gerekiyor. Yakın zamanda muhalif bir gazetede manşet olan "Yeşil" kod adlı Mahmut Yıldırım'ın telefon ettiği iddiasının, aslında cezaevindeki bir mahkumun işletmesi olduğunun ortaya çıkması, gündemin ne kadar kolay manipüle edilebildiğini gösteriyor. Türkiye, bir yanda siyasi mühendislik projeleri, diğer yanda ekonomik kriz ve güven sorunu yaşayan muhalefet üçgeninde zorlu bir dönemeçten geçiyor. Önümüzdeki günler, hem asgari ücret hem de Bilal Erdoğan merkezli bu yeni siyasi senaryonun netleşeceği kritik gelişmelere gebe.