Ege ve Doğu Akdeniz’in mavi sularında, kıyı şeritlerinden çok uzaklarda sessiz ama derinden bir fırtına yaklaşıyor. Bölgesel güç dengelerini temelinden sarsacak olan bu hareketlilik, kapalı kapılar ardında yapılan gizli anlaşmalar ve stratejik sevkiyatlarla yeni bir boyuta evriliyor. On yıllardır süregelen dengeler yerini belirsizliğe bırakırken, askeri koridorlarda yankılanan "2030" tarihi, sadece bir takvim yaprağı değil, bir dönüm noktası olarak işaret ediliyor. Stratejik odak noktalarının hızla kaydığı bu yeni dönemde, modern savunma teknolojilerinin sessizce konuşlandırılması, sadece bölgeyi değil, kıta başkentlerini bile uykusuz bırakacak bir sürecin fitilini ateşliyor. Peki, herkesin gözü önünde gerçekleşen bu büyük hazırlık hangi gizli amaca hizmet ediyor ve neden şimdi harekete geçiliyor?

Bölgedeki bu tırmanışın temelinde, son dönemde sıkça dillendirilmeye başlanan ve 2030 yılını hedef alan yeni bir savaş doktrini yatıyor. Bu doktrin, görünürde "savunma amaçlı" bir kalkan gibi sunulsa da, aslında çok daha kapsamlı bir kuşatma stratejisinin ilk adımı olarak değerlendiriliyor. Savunma harcamalarındaki devasa artışlar ve yürütülen algı operasyonları, komşu ülkelerin silahlanmasını bir mazeret olarak kullansa da, gerçekte çok katmanlı bir askeri yapılanma hedefleniyor. Bu süreçte kullanılan "tehdit algısı" dili, uluslararası kamuoyunu ikna etmeye yönelik bir perde işlevi görürken, asıl hazırlık modern savaş teknolojilerinin kritik noktalara yerleştirilmesi üzerine kurgulanıyor.

Atatürkçü Teğmenler Davasında Şok Edici Mahkeme Kararı!
Atatürkçü Teğmenler Davasında Şok Edici Mahkeme Kararı!
İçeriği Görüntüle

Stratejik gerilimin en hassas noktasını ise Ege Denizi’ndeki 23 adanın hukuki statüsü oluşturuyor. Lozan ve 1947 Paris Barış Antlaşmaları ile net bir şekilde belirlenen bu statü, adaların sadece "silahsızlandırılmış" değil, "gayri askeri" bir yapıda kalmasını zorunlu kılıyor. Hukuki metinlere göre, bu adalarda düzenli ordu birlikleri bulunamaz; sadece asayişi sağlamakla görevli, sayıları 100’ü geçmeyen polis ve jandarma birlikleri yer alabilir. Üstelik bu birliklerin teçhizatı bile sınırlandırılmış durumda; her 100 kişilik birim başına sadece bir adet makineli tüfek izni verilirken, diğer personelin sadece tabanca ve kılıç gibi hafif silahlar taşıması şart koşuluyor. Ancak 1952’den bu yana sistematik olarak ihlal edilen bu durum, bugün adaların devasa birer cephaneliğe dönüşmesiyle sonuçlanmış vaziyette.

Bu ihlallerin hukuki sonuçları ise oldukça ağır bir tabloyu beraberinde getiriyor. Viyana Sözleşmesi gibi uluslararası hukuk metinlerine göre, bir antlaşmanın temel şartlarının ihlal edilmesi, o antlaşmanın getirdiği hakların da sorgulanmasına neden oluyor. Adaların egemenlik devrinin "gayri askeri statü" şartına bağlı olduğu göz önüne alındığında, bu şartın ortadan kalkmasıyla birlikte egemenlik hakkının da tartışmalı hale geldiği uzmanlar tarafından vurgulanıyor. Şartlı olarak devredilen toprakların askeri bir üsse dönüştürülmesi, sadece ikili ilişkileri değil, uluslararası hukukun temel ilkelerini de doğrudan hedef alıyor.

Askeri hazırlığın teknik boyutu incelendiğinde, İsrail menşeli gelişmiş füze sistemlerinin bu stratejinin merkezine oturduğu görülüyor. Yaklaşık 1 milyar dolar değerindeki PULS adı verilen çok namlulu roketatar ve füze sistemlerinin tedariki, bölgedeki saldırı kapasitesini daha önce görülmemiş bir seviyeye taşıyor. Bu sistemlere entegre edilen Barak MX füze sistemi, 100 ila 150 kilometre orta menzilin yanı sıra, 300 ila 400 kilometreye ulaşan uzun menzilli versiyonlarıyla Ankara gibi stratejik merkezleri bile doğrudan hedef alma potansiyeline sahip. Ayrıca kısa ve orta menzilli Rafael Spider sistemleri, hem hava savunmasında hem de su üstü hedeflere karşı çok yönlü bir tehdit oluştururken, David’s Sling (Davut Sapanı) sistemi balistik ve seyir füzelerine karşı savunma kalkanı olarak devreye sokuluyor.

Bu büyük silahlanma hamlesinin arka planında ise çok daha derin bir jeopolitik ajanda olduğu iddia ediliyor. Bölgedeki bu askeri tahkimatın, ulus devlet yapılarını bozmayı hedefleyen daha geniş kapsamlı projelerin bir parçası olduğu savunuluyor. Özellikle Balkanlar’da, Bosna-Hersek üzerinden yeni bir gerilim hattı oluşturma riskinin belirmesi ve Sırbistan gibi ülkelerin de benzer silah sistemlerine yönelmesi, krizin Ege ile sınırlı kalmayacağını gösteriyor. Savunma harcamalarının "özgürlüğün bedeli" olarak sunulduğu bu yeni dönemde, aslında bölgeyi bekleyen riskler, sadece deniz sınırlarını değil, tüm kıtasal güvenliği tehdit edecek bir boyuta ulaşıyor. 2030 yılına kadar tamamlanması planlanan bu askeri dönüşüm, modern savaş doktrinlerini yeniden yazarken, bölge başkentlerini bu yeni ve karanlık tabloyla yüzleşmeye zorluyor.