Türkiye'nin yakın tarihine damga vuran siyasi gelişmelerin on yıl öncesinden nasıl öngörüldüğünü gösteren çarpıcı bir belge ortaya çıktı. Henüz kimsenin ihtimal vermediği, hatta hayal dahi edemediği adımlar, bir gazetede yer alan dikkat çekici bir köşe yazısıyla 2015 yılında tüm detaylarıyla duyurulmuştu. O yazının manşeti, gelecek yıllarda yaşanacak gelişmeleri adeta ilan ediyordu: “Gözün aydın Türkiye, APO eve çıkıyor.” Aynı gün yayınlanan ve siyasetin gizli hedeflerini gözler önüne seren bir karikatürde ise, hedefler sıralanırken "Şimdi oyun sırası bende" ifadesi kullanılmış, ayaklar altında "Kürt açılımı," "İleri demokrasi," "Eşitlik" ve "Başkanlık" gibi kavramlar ezilirken resmedilmişti. Bu tarihi öngörünün ardındaki hukuki ve siyasi arka plan, bugün çok daha net bir şekilde anlaşılıyor ve kamu vicdanını zorlayan bir süreci işaret ediyor.
Tarih 2024 yılının Ekim ayını gösterdiğinde, bu öngörünün ilk somut adımı tüm ülkeyi şok eden bir gelişmeyle atıldı. Normal şartlarda böyle bir sürece karşı çıkması beklenen, hatta sert muhalefet etmesi gereken bir siyasi figürün, Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı'nın, DEM Parti yetkililerine el uzatıp tokalaşmasıyla birlikte, ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çarptırılmış ismin serbest bırakılma süreci de resmen başlamış oldu. Ömür boyu hapis cezası alan bir kişinin tahliye sürecine bizzat MHP'nin öncülük yapacağı ihtimali, o dönemde kimsenin aklına gelmeyecek bir senaryoydu. Zaten, böyle bir girişime siyaset dünyasında başka bir gücün de kolay kolay cesaret edemeyeceği aşikardı. Bu siyasi manevranın fitilini ateşleyen gelişme ise, tam on yıl önce Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin (AİHM) ilgili kişinin başvurusu üzerine aldığı ve onu cezaevinden kurtaracak yasal zemini ince ince dokuyan kararıydı. Kararın 190 ile 214. paragrafları arasında gizlenen detaylar, bugünkü sürecin hukuki temelini oluşturuyor.
AİHM'nin kararında özetle, insanı dünyaya gözlerini kapattıran bir ceza olan idamın insanlık dışı olduğu vurgulanırken, ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına mahkum olanların da, bir daha dış dünyayı görme olanağına sahip olamamaları, yani belirli koşulların varlığı halinde "şartla tahliye" olanağının sağlanmaması durumunda, bu cezaların da "aşağılayıcı ve insanlık dışı" olarak kabul edileceği belirtiliyordu. Türkiye'de yürürlükte olan sistemde, ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası alanlar cezaevinden çıkamıyor, dış dünyayı görme şansına kavuşamıyordu. AİHM kararı, cezanın infazı sürecinde belirlenen koşulların oluşması halinde, şartla tahliyenin mümkün olup olmadığı yönünden bu cezanın gözden geçirilmesi gerektiğini kesin bir dille ortaya koydu.
AİHM kararı, ilgili ülkenin takdirine bırakılan bir süre içerisinde, bir yasa çıkartılarak, bu yasadaki sürenin dolması durumunda ve öngörülen koşulların oluşmuş olması şartıyla, şartla tahliyenin sağlanmasını şart koşuyor. Eğer bir yasa çıkarılmazsa, belirli bir süre sonra başvuru yapıldığında, Türkiye hakkında AİHM tarafından "ihlal kararı" verilme riski bulunuyor. Mevcut siyasi iktidarın en büyük korkusu da tam olarak bu noktada başlıyor. İktidarın önemli kurmayları, geçmişte "Öcalan'ı diri diri gömdüler" gibi ifadeler kullanmışken, bugün AİHM'nin dayattığı hukuki zemin nedeniyle, bu ismi kurtarma planlarını yapma zorunluluğu ile karşı karşıya kaldı. Ülkedeki kamu vicdanının böyle bir tahliye konusunu kabullenmesinin zorluğu, iktidarı bu süreci hızlandırmak için siyasi pazarlıklar yapmaya itiyor. Özellikle "Başkanlık sevdası" olarak nitelendirilen hedefler için, ilgili kişinin erken kurtarılması bir yol olarak görülüyor.
Ancak süreçle ilgili çok daha kritik bir hukuki detay daha bulunuyor. Adalet Bakanlığı’nın tercüme ettirdiği AİHM kararının 43 ve 109. paragrafları da dikkat çekici bir gerçeği ortaya koyuyor. Kararda, İmralı'daki kişinin cezaevinden örgüte talimatlar verdiği açıkça belirtiliyor. Bu durum, örgütü yönetme durumunun devam ettiği anlamına geliyor. Bu durumu yakından izleyen hukukçular, terör örgütünün silah bırakmadan eylemlerine devam etmesi halinde, cezaevinden örgütü yöneten, yönlendiren talimatlar veren bu kişi hakkında tekrar soruşturma açılması ve yargılanması gerektiğini savunuyor. Suçun sabit görülmesi durumunda, bir kez daha ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına mahkum edilmesi ve bu cezanın infazdaki sıraya girmesi gerekiyor.
Eski bir Cumhuriyet savcısının işaret ettiği gibi, böyle bir suçtan yeniden ceza alması demek, ağırlaştırılmış müebbet hapis cezalarında şartla tahliye olanağı sağlayan bir yasa çıksa bile, alınacak bu yeni cezanın infazı başlayacağından, ilgili kişinin ömrünün sonuna kadar cezaevinden çıkamaması anlamına geliyor. İşte siyasi iktidarın kendisi bulaşmamak için görmezden geldiği asıl kritik nokta burasıdır. Zira bu soruşturmanın açılması, başta cezaevi yönetimi, avukatları ve hükümet mensupları olmak üzere, beyanları örgüte getirip götüren kişilerin de en azından suça iştiraki, yardım yataklığı gibi durumlarını gündeme getiriyor. Bu durumun ortaya çıkmasını engellemek için, hükümet AİHM kararını ve yaşananları bilerek görmezden geliyor ve soruşturma açılmıyor. Soruşturma açılmadığı ve yeni bir ceza devreye girmediği sürece, gelecekte şartla tahliye durumu canlı tutuluyor ve önemli bir siyasi pazarlık konusu olarak bekletiliyor. Öyle ki, bu konuda Bursa Cumhuriyet Başsavcılığına yapılan 2015/16214 hazırlık sayılı dosyanın akıbeti hakkında dahi suç duyurusu yapan avukata bugüne kadar ne karar verildiği bilgisi ulaştırılmış değil. Tüm bu hukuki ve siyasi hamleler, on yıl önce yapılan çarpıcı öngörünün, adım adım nasıl gerçeğe dönüştüğünü gözler önüne seriyor.





