Türkiye'de hukuka olan güvenin tarihinin en düşük seviyelerine gerilediği, uluslararası endekslerde ülkenin 117 devlet arasında 100. sıraya kadar düştüğü bu dönemde, Cumhurbaşkanlığı Külliyesi'nde (Beştepe) düzenlenen hakim ve savcı kura töreni dikkatleri yargı erkinin tepesine çevirdi.
Adalet Bakanı'nın, Anayasa Mahkemesi (AYM) Başkanı'nın ve Yargıtay Başkanı'nın katılımıyla gerçekleşen bu tören, ülkedeki yargı sorunlarının tamamen çözüldüğü izlenimini vermeyi amaçlayan bir propaganda gösterisine dönüştü.
Yüksek yargı mensuplarının, büyük bir neşe ve şen şakraklık içinde butona basıp yeni atananları tebrik etmesi, toplumun vicdanında derin bir yara açtı. Zira bu neşenin sergilendiği dakikalarda, ülkedeki gerçekler, yargı kurumlarının birbirine kafa tuttuğu, adaletsizliğin yaygınlaştığı ve temel hukuki hakların hiçe sayıldığı bir krizi işaret ediyordu.
AYM Kararına Yerel Mahkeme İsyanı: Hukuk Devleti Askıda
Bu "şen şakrak" tablonun arkasındaki en büyük kriz, yüksek mahkemeler arasındaki çatışmanın derinleşmesidir. Törenin hemen öncesinde, Anayasa Mahkemesi'nin Gezi davasında tutuklu bulunan bir şehir plancısı hakkında verdiği "hak ihlali" kararı, yerel mahkeme tarafından uygulanmamış ve hatta yerel mahkeme, AYM'yi "yetki gaspı" ile suçlamıştır. AYM, sanığın eylemleri ile şiddet olayları arasında somut bir illiyet bağı kurulamadığı tespitiyle adil yargılanma hakkının ihlal edildiğine karar vermişken, yerel mahkemenin bu karara uymaması ve en üst mahkemeyi hiçe sayması, Türkiye'de hukuk güvenliğinin fiilen askıya alındığını gösteriyor.
Yargıtay'ın da daha önce başka bir siyasetçi hakkında verdiği kararda benzer şekilde AYM kararına direnmesi, yargı kurumlarının temel anayasal düzeni tanımama noktasına geldiğini kanıtlıyor. Tüm bu anayasal krizin ortasında, yargı başkanlarının Külliye'de boy göstermesi, bir anlamda hukukun tabutunun başında neşe içinde helva yemek olarak yorumlanmıştır.
Cezasızlık Kültürünün Yayılması ve Çifte Standart
Yargıdaki çöküş, yalnızca üst düzey mahkemeler arasındaki krizle sınırlı kalmıyor; doğrudan doğruya toplumsal adaleti hedef alıyor. Bir tarafta, bir yorum yaptığı için gazetecilerin aylarca, yıllarca içeride tutulduğu örnekler varken, diğer tarafta adi suçlardan, gasptan, uyuşturucudan ve sokak ortasında taciz gibi yüz kızartıcı suçlardan hüküm giyenlerin bir yıl gibi kısa sürelerde tahliye edildiği bir cezasızlık sistemi hakimdir. Üstelik bu tahliyelerin, çocuk tecavüzü, kadın cinayeti gibi ağır suçları kapsayan geniş bir af dalgasıyla gelmesi beklenmektedir. Bu durum, suçluları cesaretlendirirken, toplumda adalete olan inancı tamamen yok ediyor. Eğer bir yargı sistemi, suçun caydırıcılığını ortadan kaldırıp, yoksullukla, yolsuzlukla veya eleştiriyle mücadele edenleri içeride tutuyorsa, bu artık bir "hukuk devrimi" değil, bir "hukuk sefaleti"nin ilanıdır.