Türkiye'nin en kanayan yaralarından biri olan terör sorunu, yıllardır siyasi arenada dönüp dolaşıp aynı kısır döngüye hapsolmuş durumda. Her dönem, farklı hükümetler ve partiler tarafından "Terörsüz Türkiye" vaadiyle süslenmiş girişimler sahneye çıkıyor; ancak bu çabalar, ya iç çekişmelerle ya da güç hırsıyla baltalanıyor. Unutulmuşluk, hafızasızlık ve "kevgir gibi delik deşik" bir kolektif bellek, bu süreçlerin en büyük düşmanı haline gelmiş. Gazeteci-yazar Necati Doğru'nun kaleminden dökülen son yazısı, tam da bu kevgir hafızayı sorguluyor: Neden her seferinde aynı hataları tekrarlıyoruz? Neden başarılı adımları unutturup, yeni kamaları saplıyoruz? 38 yıl önce atılan ilk adımlardan günümüzün taban uzlaşılarına kadar uzanan bu hikaye, sadece bir tarih dersi değil; Türkiye'nin birleşme potansiyelini ve onu engelleyen siyasi körlükleri masaya yatıran bir manifesto. Gelin, Doğru'nun yazısını temel alarak, bu unutulmuş mücadelelerin her katmanını, kronolojik sırayla ve en ince detayına kadar inceleyelim; zira bu sadece bir köşe yazısı değil, terörsüz bir Türkiye'nin anahtarını elinde tutan, ama sürekli kaybedilen bir hafıza haritası. 8 Aralık 2025'te yayınlanan bu yazı, güncel siyasi tartışmaların ortasında adeta bir uyarı zili gibi çalıyor ve milyonlarca vatandaşın vicdanını sarsıyor.
Necati Doğru, yazısına Türkiye'nin siyasi belleğindeki "balık hafızalı" durumlara isyan ederek başlıyor. Neden her krizde "Unuttum gitti, aklımdan uçtu" numarasına yatıyoruz? Neden unuttuğumuzu bile unuttuğumuz bir toplum haline geldik? Bu kevgir hafıza, Doğru'ya göre, terörle mücadelede atılan adımları baltalayan en büyük engel. Yazar, bu soruları sorarken, tam 38 yıl geriye, 1987 seçimlerine gidiyor – o dönem, terör henüz bugünkü boyutlara ulaşmamıştı, ama PKK'nın kanlı eylemleri başlamıştı. 1984'te Doğu Anadolu'da köy baskınları, bebek katliamları, asker öğretmen kaçırmalarıyla terör dalgası yükseliyordu. 12 Eylül darbesinin yaraları tazeydi; partiler kapatılmış, yeni oluşumlar doğuyordu. İşte bu kaosun ortasında, SODEP ile Halkçı Parti'nin birleşmesiyle Erdal İnönü liderliğinde Sosyal Demokrat Halkçı Parti (SHP) kuruldu. Doğru, SHP'yi "İlk Terörsüz Türkiye" adımını atan parti olarak nitelendiriyor ve bu girişimi detaylıca anlatıyor: SHP, Kürt kökenli adayları listelerinin ön sıralarına yerleştirerek Meclis'te temsil gücünü artırdı. Bu strateji, sadece sembolik bir jest değildi; gerçek bir uzlaşı arayışıydı. Yazar, bu milletvekillerini tek tek sayıyor: Mardin'den Ahmet Türk ve Eyüp Fatsa, Kars'tan Mahmut Alınak, Muş'tan Ziyaeddin Tokar, Siirt'ten Adnan Ekmen, Diyarbakır'dan Salih Sümer ile Nurettin Yılmaz, İstanbul'un Mehmet Ali Eren ve Kenan Sönmez'i, Ağrı'dan Fuat Atalay, Şanlıurfa'dan Faik Bucak, Van'dan Mehmet Şerif Fırat, Hakkari'den Mehmet Emin Sever. Bu isimler, Meclis'te yemin ederek "Terörsüz Türkiye için çalışmaya" and içtiler. Doğru, bu anı vurgularken, *“Terörsüz Türkiye için çalışmaya”* ifadesini alıntılayarak, o dönemin samimiyetini ve potansiyelini ortaya koyuyor. Bu milletvekilleri, PKK'nın ayrılıkçı terörüne karşı, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı şemsiyesi altında sorunları Meclis'e taşıdı; tartıştı, çözüm aradı.
Bu ilk açılımın en somut meyvesi, "Kürt Raporu"nun hazırlanmasıydı – Doğru, bunu "İlk Terörsüz Türkiye açılımı" olarak tanımlıyor ve yazısında bu raporu detaylıca işliyor. Rapor, Doğu Anadolu'nun kalkınma gerçeğini mercek altına alıyordu: Neden Diyarbakır, İzmir kadar sanayileşemiyordu? Neden Van, bir Antalya olamıyordu? Erzurum Kocaeli'nin sanayi gücüne nasıl ulaşamazdı? Ağrı'dan bir Bursa neden çıkamıyordu? Yüzlerce soru, yüzlerce cevap arayışıyla dolu bu belge, terörün köklerini ekonomik ve sosyal eşitsizlikte arıyordu. SHP'li milletvekilleri, bu raporu Meclis kürsülerinde savundu; Kürt vatandaşların sorunlarını, ayrılıkçılık olmadan, vatandaşlık hakları çerçevesinde ele aldı. PKK'nın terör dalgası yükselirken, bu yaklaşım adeta bir barış köprüsü kuruyordu. Ancak, Doğru'nun yazısında vurguladığı gibi, bu köprü çabuk yıkıldı. 1989'da "Paris Kürt Konferansı" patlak verdi – federasyon, bölünme gibi ayrılıkçı fikirlerin tartışıldığı bu toplantı, SHP içindeki bazı milletvekillerini cezbetti. Katılanlar disiplin soruşturmasına uğradı, bazıları partiden ihraç edildi. Yazar, bu konferansı "kama" olarak nitelendiriyor: *“Paris Kürt Konferansı kama oldu, ilk terörsüz Türkiye birlikteliğinin ortasına çakıldı.”* Bu olay, SHP'nin iç bütünlüğünü sarstı; açılımı baltaladı ve terörsüz Türkiye hayalini ilk kez gölgeledi. Doğru, bu kırılmayı analiz ederken, siyasi hafızanın burada ilk kez "sızmaya" başladığını ima ediyor – başarılı adımlar unutulmaya, hatalar büyütülmeye başlandı.
Yazar, bu ilk başarısızlığı, sonraki girişimlerle karşılaştırarak hikayeyi genişletiyor ve "İkinci Terörsüz Türkiye" adımını mevcut iktidarın "Barış Süreci"ne bağlıyor. Bu süreç, Doğru'ya göre, umut verici başladı ama yine aynı tuzağa düştü: PKK'yı kama yapıp, sürece kendileri sapladılar. Seçim oylarını toplayıp iktidarlarını korudular, ama gerçek birleşme yerine, Abdullah Öcalan'ı yeniden parlatma yoluna gittiler. Yazı, bu eleştiriyi sertleştirerek, iktidarın güç hırsını suçluyor: Terörsüz Türkiye vaadi, oy toplama aracı haline getirildi. Doğru, bu sürecin nasıl baltalandığını detaylandırmadan, ama ima ederek anlatıyor – PKK'nın rolü büyütüldü, uzlaşı yerine kutuplaşma tercih edildi. Bu, kevgir hafızanın bir başka örneği: Geçmişteki SHP açılımından ders çıkarılmadı, aynı hatalar tekrarlandı. Yazar, bu noktada okuyucuyu düşündürüyor: Neden her seferinde ayrılıkçı kamalar saplanıyor? Neden gerçek vatanseverlik, güç kaybı pahasına yapılmıyor?
Doğru'nun yazısının en umut verici ve güncel kısmı ise, "Üçüncü Terörsüz Türkiye Süreci"ni halk tabanına bağlıyor. Son seçimlerde, CHP içinde "Kent Uzlaşısı" adıyla Türkler ve Kürtler tabanda birleşti – özerk bölgeler, federasyon, komün gibi kavramlara ihtiyaç duymadan, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı şemsiyesi altında toplandılar. Bu, yazarın gözünde, "Kişilik sahibi, bağımsız birey, vatandaş olabilmenin" aydınlık yolu: Tek partide birleşme, iki ayrı anadili yarışa sokmadan uzlaşı. Doğru, bu taban hareketini överek, *“Gerçek vatanseverlik bu olmalıydı”* diyor. Ancak, iktidarın bu bilinci teşvik etmediğini, aksine ayağına Meclis'i götürerek Öcalan'ı parlatıp, taban birliğinin ortasına kama sapladığını eleştiriyor. Bu hamle, Kent Uzlaşısı'nı baltaladı ve adını bile "Terörsüz Türkiye" koyarak ironiyi zirveye taşıdı. Yazar, bu sabotajı sorgularken, siyasi hafızanın kevgirliğini bir kez daha vurguluyor: Neden başarılı taban hareketleri unutuluyor? Neden güç koltuğu, vatanseverliğin önüne geçiyor?
Necati Doğru'nun yazısı, bu üç süreci karşılaştırarak, Türkiye'nin terörsüzleşme mücadelesindeki ortak kaderi ortaya koyuyor: Her seferinde umut, her seferinde kama. 1987 SHP açılımı, ekonomik raporlarla somutlaşmıştı; Barış Süreci, diyalog vaadiyle başlamıştı; Kent Uzlaşısı ise taban gücüyle doğmuştu. Ama hepsi, ya iç bölünmelerle (Paris Konferansı gibi) ya da iktidar hırsıyla (Öcalan parlatma gibi) baltalandı. Yazar, bu döngüyü "kevgir hafıza" ile açıklıyor: Unutmak, sadece bireysel değil; kolektif bir sorun. Meclis'in o dönemki partileri, halkın desteğiyle birleşebilmişti – ama bugün, bu dersler nerede? Doğru, yazısını "Niçin unutmaktasınız? Neden bu kevgir hafıza?" diye bitirerek, okuyucuyu ve siyasetçileri vicdan muhasebesine davet ediyor. Bu soru, sadece retorik değil; 2025'in siyasi ikliminde, CHP'nin taban uzlaşısı gibi umutlara rağmen, iktidarın sabotajlarının devam ettiği bir uyarı.
Bu yazı, Türkiye'nin terörle mücadelesini sadece askeri değil, siyasi ve toplumsal bir perspektiften ele alıyor. Doğru, PKK'nın 1984'teki ilk eylemlerini (köy baskınları, bebek katliamları) hatırlatarak, sorunun köklerini ekonomik eşitsizliğe bağlıyor – Kürt Raporu'nun soruları hâlâ geçerli: Neden Doğu Anadolu kalkınamıyor? Bu rapor, günümüzde bile kentsel dönüşüm ve yatırım politikaları için rehber olabilir. Paris Konferansı'nın yarattığı travma, SHP'nin dağılmasını hızlandırdı; ihraç edilen milletvekilleri (örneğin, Ahmet Türk), sonraki yıllarda farklı partilerde yol aldı ama uzlaşı ruhu kayboldu. Barış Süreci ise, 2013-2015 arası diyalog umudunu temsil ediyordu; ancak 2015 seçimleri sonrası çöktü ve PKK'nın rolü büyüdükçe, süreç oy avcılığına dönüştü. Kent Uzlaşısı ise, en taze umut: CHP'nin son seçimlerdeki taban birliği, Türk-Kürt kardeşliğini pratikte gösterdi – ama iktidarın Öcalan'ı Meclis gündemine taşıması, bu birliği zehirledi. Doğru'nun eleştirisi burada zirve yapıyor: Gerçek terörsüzlük, fedakârlık ister; koltuk kaybı göze alınmazsa, kevgir hafıza döngüsü sürer.
Peki, bu kevgir hafıza nereden besleniyor? Yazar, bunu doğrudan söylemese de, siyasi çıkarlar ve medya manipülasyonu ima ediyor. Unutmak, sorumluluktan kaçış; hatırlamak ise hesap verme zorunluluğu getiriyor. 38 yıl önceki SHP milletvekilleri, bugün hâlâ örnek: Onlar, terör karşısında diyalog seçti, ayrılık değil. Günümüzde, benzer bir cesaret, taban uzlaşılarını güçlendirebilir – CHP'nin Kent Uzlaşısı gibi. Ancak, iktidarın "Terörsüz Türkiye" etiketini sabotajlı süreçlere yapıştırması, ironiyi artırıyor: Abdullah Öcalan'ı parlatmak, PKK'yı kama yapmak, nasıl terörsüzlük olur? Doğru, bu soruyu sorarken, vatanseverliğin tanımını yeniden çiziyor: Gerçek vatanseverlik, tabanda birleşmek; güç hırsıyla değil, vatandaşlık şemsiyesi altında.
Necati Doğru'nun bu yazısı, sadece bir köşe yazısı değil; Türkiye'nin hafıza terapisine bir davetiye. 38 yıllık döngüden çıkmak için, kevgirleri onarmak şart: Kürt Raporu'nu tozlu raflardan indirmek, Paris travmasını dersleştirmek, Barış Süreci'nin hatalarını itiraf etmek ve Kent Uzlaşısı'nı teşvik etmek. Eğer unutmaya devam edersek, terörsüz Türkiye hayali, kevgirin deliklerinden akıp gidecek. Yazarın son sorusu, hepimizi düşündürüyor: Niçin unutuyoruz? Bu kevgir hafıza, kimin işine yarıyor? Belki de cevap, sandıkta ve vicdanda gizli. İzlemeye devam edin, çünkü bu hafıza, yarının Türkiye'sini şekillendirecek – ve unutmamak, en büyük direniş.