Tarihi yarımadaların dar sokaklarında, ezanın sesi her zaman bir çağrı gibi yükselir; taş evlerin gölgeleri arasında, insan toplulukları bazen sessizce akar, bazen ise adeta bir nehir gibi coşar. İstanbul'un o kadim semtlerinden biri, Fatih, bu sonbahar gününde alışılmadık bir kalabalıkla dolup taştı. Sabahın erken saatlerinde, hava hafif bir serinlikle uyanırken, cami kapılarından sızan kalabalık, sokaklara yayılmaya başladı. Yürüyüşün ritmi, ayak sesleriyle karışan dualarla hızlanıyor; çocuklar ellerinde bayraklar sallıyor, yaşlılar sakallarını sıvazlayarak tempo tutuyor. Bu görüntü, sadece bir topluluğun geçidi değil; bir mirasın, bir inancın canlı kanıtı gibiydi. Neden bu kadar çok insan? Neden tam burada, şehrin göbeğinde? O anlar, bir film sahnesi gibi akıp giderken, izleyenler nefeslerini tuttu; çünkü bu, sıradan bir toplanma değildi, bir dönüm noktasının habercisiydi.
Yavuz Sultan Selim Camii'nin yüksek minareleri, o gün güneş ışınlarını yutmuş gibi parlıyordu; avlusu, yüzlerce katılımcıyla dolup taşmıştı. İsmailağa cemaatine bağlı Erenler Vakfı, bu mekânda unutulmaz bir töreni hayata geçirmişti. 318 öğrenci, medrese yıllarında öğrendikleri ilimlerin meyvesini toplamak için toplanmıştı. İcazet töreni, tam da bu camide gerçekleşti; hocalar, kitaplar ve dualar arasında, gençler birer birer sahneye çağrıldı. Bu sayı, tesadüf değildi; her bir öğrenci, Anadolu'nun farklı köşelerinden gelmiş, yıllarca süren bir çabanın ürünüydü. Cemaatin mensupları, törene renk katmak için Fatih'in sokaklarını mekan tutmuştu; İsmailağa Camii'nden başlayan yürüyüş, tam bir gövde gösterisine dönüşmüştü. Kalabalık, ellerinde pankartlar, sesleri yükselerek ilerlerken, yol kenarındaki esnaf bile durup bakakalmıştı. Bu kortej, sadece bir geçiş değil; bir mesajdı, bir kutlamaydı, bir geleceğe yatırım gibi.
Yürüyüşün başlangıç noktası, İsmailağa Camii'nin o heybetli kapılarıydı; buradan çıkan topluluk, Fatih'in taş döşeli yollarını arşınlayarak Yavuz Sultan Selim Camii'ne ulaştı. Adımlar, ritmik bir dua gibiydi; erkekler önde, kadınlar arkada, aileler yan yana. Pankartlarda yazan cümleler, ilim ve irfan vurgusu yapıyordu; "Medreseden gelen nur" gibi ifadeler, havada asılı kalıyordu. Bu yol, Osmanlı'dan kalma bir hatırayı andırıyordu; camiler arası bu geçiş, cemaatin köklerini hatırlatan bir ritüeldi. Katılımcılar arasında, genç talebelerin heyecanı göze çarpıyordu; bazıları ilk kez böyle bir kalabalıkta yürüyordu, gözleri parıldıyordu. Yaşlı hocalar, bastonlarına yaslanarak tempo tutuyor, arada bir öğütler fısıldıyordu. Sokaklar, bu geçidin etkisiyle bir süreliğine başka bir zamana kaymış gibiydi; turistler bile telefonlarını çıkarıp kaydediyordu. Bu yürüyüş, icazet töreninin vazgeçilmez bir parçası haline gelmişti; yıllardır süren bir gelenek, bu sefer daha da görkemliydi.
Törenin zirvesi, cami avlusunda yaşandı; 318 isim, tek tek çağrılarak icazetlerini aldı. Her bir belge, bir hoca eliyle uzatılıyordu; alkışlar, tekbirler arasında yankılanıyordu. Bu anlar, sadece bir diploma değil; bir sorumluluğun yüklenmesiydi. Öğrenciler, medresede geçirdikleri geceleri, sabah namazlarından sonra okunan dersleri hatırlıyordu. Erenler Vakfı'nın organizasyonu, kusursuzdu; lojistikten güvenlik önlemlerine kadar her şey düşünülmüştü. Cemaat üyeleri, bu etkinliği bir aile buluşması gibi kutluyordu; çaylar dağıtılıyor, simitler paylaşılıyordu. Caminin duvarları, bu coşkuyu emmiş gibiydi; Yavuz Sultan Selim'in ruhu, sanki oradaymışçasına hissediliyordu. Bu sayıdaki katılım, cemaatin gücünü ortaya koyuyordu; Anadolu'dan gelen otobüsler, semti sabahın köründe doldurmuştu. Her öğrenci, farklı bir hikayeyle gelmişti; biri köyünden kopup şehre sığınmış, diğeri aile geleneğini sürdürmek için yola düşmüştü.
Aralarından Mehmet Emin Çivi'nin sözleri, törenin en dokunaklı anıydı. İcazetini alır almaz mikrofonu eline alan Çivi, kalabalığa dönerek duygularını döktü: “Yavuz Sultan Selim Camii’nde 318 kardeşimizle birlikte İslâmî ilimler icazetini almakla müşerref olduk, hamdolsun. Medreseden aldığımız ilim, irfan ve güzel ahlakla nice gönüllere dokunmak için hizmete başlıyoruz. Anadolu’nun dört bir yanına dağılıp medreseden aldığımız sahih bilgiyi kardeşlerimize ulaştırmak için gayret edeceğiz. Bu kutlu günümüze katılım sağlayan kardeşlerimize ve hanım ablalarımıza teşekkür ediyorum.” Bu sözler, avluda yankılandı; dinleyenler başlarını sallıyor, bazıları gözyaşı döküyordu. Çivi'nin sesindeki kararlılık, diğer öğrencileri de ateşlemişti; o andan sonra, herkes Anadolu'ya dönme hayalleri kuruyordu. Bu teşekkür, sadece bir veda değil; bir başlangıç vaadiydi, cemaatin misyonunu özetliyordu.
Bu etkinlik, İsmailağa cemaatinin geleneklerini modern bir çerçevede yaşatması açısından dikkat çekiciydi. Erenler Vakfı, yıllardır medrese eğitimiyle yüzlerce genci yetiştiriyordu; bu icazetler, o emeğin meyvesiydi. Fatih'in bu köşesi, cemaatin merkezi gibiydi; İsmailağa Camii, adeta bir üs görevi görüyordu. Yürüyüş sırasında, güvenlik güçleri uzaktan izlemişti; kalabalık, disiplinli bir şekilde ilerlemişti. Sokaklardaki esnaf, "Yıllardır görmediğimiz bir kalabalık" diye fısıldaşıyordu; bazı dükkanlar erken kapatılmış, yollar trafiğe kısmen kapatılmıştı. Bu gövde gösterisi, sadece dini bir ritüel değil; toplumsal bir varlık beyanı gibiydi. Katılımcıların çeşitliliği, cemaatin geniş ağını gösteriyordu; Konya'dan, Erzurum'dan, hatta Güneydoğu'dan gelenler vardı. Her biri, medresede öğrendikleriyle donanmış, şimdi yayılma zamanıydı.
Törenin ardından, dağılış yavaş yavaş başladı; ama o coşku, sokaklarda kaldı. Öğrenciler, valizlerini toplarken sohbet ediyor, Anadolu'daki medreseleri planlıyordu. Çivi'nin sözleri gibi, herkes "gönüllere dokunmak"tan bahsediyordu; ilim yayma misyonu, cemaatin damarlarında akıyordu. Bu etkinlik, basında yankı buldu; bazı yorumlar, geleneklerin gücünü vurguluyor, diğerleri toplumsal etkisini tartışıyordu. Fatih'in bu gününde, İstanbul bir kez daha tarihle iç içe geçmişti; camiler arası yürüyüş, Osmanlı'dan miras bir geleneği andırıyordu. Erenler Vakfı'nın çabası, sessiz bir devrim gibiydi; her icazet, yeni bir tohum ekiliyordu. Kalabalık dağılırken, cami avlusu boşalsa da, o adımların yankısı devam ediyordu.
Bu hikaye, sadece bir törenle sınırlı değil; bir cemaatin yolculuğunu, inancın sokaklara taşmasını anlatıyor. 318 genç, şimdi Anadolu'nun köylerine, kasabalarına gidecek; medrese kapılarını çalacak, ders halkaları kuracak. İsmailağa'nın ruhu, bu yürüyüşle yeniden canlanmıştı; Fatih'in taşları, o adımları hatırlayacak. Gelecek günlerde, bu icazetlerin meyvelerini göreceğiz; ilim tohumları, toprağa kök salacak. İstanbul'un göbeği, bir kez daha tarih yazmıştı; coşku, dua ve umutla dolu bir sayfa. Bu görüntü, izleyenleri düşündürüyordu: Gelenekler, nasıl da canlı kalıyor? Yürüyüşün tozu dinmemişken, yeni hikayeler filizlenmeye başlıyordu.
            
            
                            
                            
                            




