Psikolojinin en tartışmalı kavramlarından biri, bir banka soygununun tesadüfi bir anından doğmuş ve yıllardır medyadan siyasete uzanan bir efsaneye dönüşmüş durumda. Günlük hayatta "esir kalan aşık olur" diye özetlenen bu olgu, sadece bireysel travmaların değil, toplumsal dinamiklerin de bir aynası haline gelmiş. Özellikle kutuplaşmış ortamlarda, kavram bir silah gibi kullanılıyor; rehinelerin faille bağlanması, seçmen davranışlarından ittifak krizlerine kadar her alanda metaforlaşıyor. Bu gizemli bağ, bilimsel bir tanı olmaktan uzak kalsa da, romanlardan dizilere, oradan siyasi polemiklere sıçrayarak popüler kültürün vazgeçilmezi olmuş. Peki, bu kavramın kökenindeki gerçek hikaye ne ve nasıl bir siyasi fırtınaya yol açıyor? Adım adım açığa çıkararak, bu psikolojik labirentin sırlarını aydınlatalım.
Stockholm Sendromu'nun doğuşu, 23 Ağustos 1973'te İsveç'in başkenti Stockholm'de, Norrmalmstorg Meydanı'ndaki Kreditbanken'de patlak veren bir soygunla başlıyor. Jan-Erik Olsson adlı soyguncu, bankaya girip dört kadın çalışanı rehin alıyor ve polisten eski bir hücre arkadaşı olan Clark Olofsson'u getirmesini talep ediyor. Altı gün süren bu kriz, canlı yayınlarla ülke gündemine oturuyor; rehineler, soyguncuların kendilerine zarar vermediğini, hatta koruyucu bir dil kullandığını vurguluyor ve polis operasyonlarını eleştiriyor. Krizin sonunda rehineler kurtulsa da, davranışları şaşırtıcı: Soyguncuları suçlamak yerine, polisi kınıyorlar ve hatta Olofsson'a maddi destek sözü veriyorlar. Bu tuhaf bağlılık, psikiyatrist Nils Bejerot tarafından "Norrmalmstorg Sendromu" olarak adlandırılıyor; basın ise bunu "Stockholm Sendromu" diye popülerleştirmiş. Rehinelerden Kristin Enmark, bu etiketi "hayatta kalma stratejisi" olarak savunurken, mağduru suçlama kolaylığı diye eleştirmiş. Bu olay, kavramın temelini atıyor; rehinelerin faille duygusal yakınlık geliştirmesi, travma bağlanmasının ilk somut örneği olarak tarihe geçiyor.
Kavramın psikolojik boyutu, bilimsel bir muamma gibi duruyor; zira Stockholm Sendromu, tıbbi literatürde resmi bir tanı değil. DSM ve ICD gibi kılavuzlarda yer almadığı için kriteri, kodu veya ölçüm sistemi yok; "travma bağlanması" olarak tartışılıyor ama net bir tanımlama hâlâ belirsiz. Araştırmacılar, olgunun gözlendiğini kabul etse de, medya abartısının mağdurların travmasını "psikolojik sorun" gibi göstermesinin etik sorunlar yarattığını belirtiyor. Kavramın evrimi, Nikaragua'daki 1996 kaçırılma olayında somutlaşıyor: Rehine Nicola Fleuchaus, kaçıranı Julio Cesar Vega'yı öperek travma bağını sergiliyor. Bu örnekler, hayatta kalma içgüdüsünün duygusal bir kalkana dönüşmesini açıklıyor; rehineler, faili "düşman" yerine "koruyucu" olarak kodluyor. Ancak, eleştirmenler bu etiketin mağduru suçladığını savunuyor; zira davranışlar, güç dengesizliğinin bir sonucu olarak görülüyor. Bu belirsizlik, kavramı popüler kültüre taşıyan bir yakıt olmuş; romanlarda, filmlerde ve dizilerde fail-mağdur ilişkisinin sembolü haline gelmiş.
Bu psikolojik efsane, Türkiye'de siyasi bir arenaya sıçrayarak yeni bir hayat bulmuş. CHP'nin 39. Olağan Kurultayı'nda Genel Başkan Özgür Özel'in konuşması, tartışmayı ateşlemiş: "Bir Stockholm sendromuna kapılmamaya, dün elinden zor kurtulduğunuz celladınıza aşık olmamaya" diyerek, MHP lideri Devlet Bahçeli'nin HDP kapatma çağrılarına gönderme yapmış. Özel, bu benzetmeyle CHP'ye sert saldırılar düzenleyen bir çevreye atıfta bulunduğunu savunmuş; ancak, DEM Parti cephesinden sert tepki gelmiş. DEM Milletvekili Tülay Hatimoğulları, bunu "akıl tutulması" diye nitelendirirken, Tuncer Bakırhan "Cellat defterini açacaksak herkes borçlu çıkar" diyerek tarihsel hafızayı hatırlatmış. Tartışma Meclis'e taşınmış; Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, "Benim Kürt kardeşim kimin cellat olduğunu çok iyi bilir" diyerek Özel'i hedef almış ve CHP'nin tarihine atıfta bulunmuş. Bu polemik, kavramı Kürt seçmeni aşağılayıcı bir metafor olarak konumlandırmış; zira rehin-cellat ilişkisi, devlet-Kürt dinamiklerine indirgenerek travmaları alevlendirmiş.
Erdoğan'ın cevabı, tartışmayı tarihsel bir boyut kazanmış; CHP'nin geçmişteki rollerini sorgulayarak, kavramı bir siyasi silah haline getirmiş. Özel ise savunmasında, sözlerinin DEM Parti'ye değil, belirli bir çevreye yönelik olduğunu vurgulamış; bu, gerilimi üç parti arasında yaymış. Kavramın Türkiye'deki kullanımı, seçmen davranışlarını duygusal bağımlılıkla açıklama eğilimini yansıtıyor; ekonomik krizde iktidar desteği veya muhalefet ittifakları, bu metaforla açıklanıyor. Bu indirgeme, sosyolojik gerçeklikleri psikolojik etiketlere sıkıştırıyor; zira tarihsel travmalar, basit bir "bağlanma" ile özetlenemiyor. Tartışma, güç ilişkilerini ve hafızayı kapsarken, kavramın küçümseyici yanı ön plana çıkıyor.
Kavramın küresel evrimi, siyasetteki kullanımını daha da karmaşıklaştırıyor. İngiltere'de Brexit oylarını "AB'ye bağlılık" diye yorumlayanlar, ABD'de Trump sadakatini "Stockholm" diye etiketleyenler, benzer indirgemelere başvurmuş. Bu sembolleşme, kavramı medyada popüler kılmış; tartışma programlarında, romanlarda ve dizilerde fail-mağdur ilişkisinin klasiği olmuş. Ancak, bilimsel belirsizliği hâlâ sürüyor; araştırmacılar, mağdurların davranışlarını "travma sonrası bağlanma" diye yeniden tanımlamaya çalışıyor. Bu evrim, kavramı hem açıklayıcı hem de zararlı bir araç haline getiriyor; zira mağdurları suçlama riski taşıyor.
Bu tartışma, Türkiye'nin siyasi iklimini aydınlatıyor. Özel'in benzetmesi, ittifak krizlerini tetiklemiş; Erdoğan'ın cevabı ise tarihsel yaraları deşmiş. DEM Parti'nin tepkisi, kavramın Kürt seçmeni aşağılayıcı yanını vurgulamış; bu, Meclis'te yeni bir cephe açmış. Kavramın siyasetteki gücü, bilimsel zayıflığına rağmen devam ediyor; zira duygusal bağları etiketlemek, karmaşık dinamikleri basitleştiriyor. Kamu vicdanı, bu polemiklerde hafızanın nasıl kullanıldığını sorguluyor; zira travmalar, metaforlarla değil, empatiyle sarılmalı.
Sonuç olarak, Stockholm Sendromu'nun bir banka soygunundan siyasi fırtınaya uzanan yolculuğu, psikolojinin toplumsal aynasını tutuyor. 1973 krizinden CHP-DEM gerilimine sıçrayan bu efsane, rehinelerin faille bağını metaforlaştırırken, Türkiye'nin tarihsel yaralarını deşiyor. Bilimsel belirsizliğiyle bile siyasette silahlaşan kavram, indirgeme riskini taşıyor; Erdoğan ve Özel'in atışmaları, bu riski büyütüyor. Bu tartışma, travmaların hafızasını korurken, empatiyi ön plana çıkarmalı; zira bağlanma, sadece bir etiket değil, insan ruhunun karmaşık bir dansı. Gelecek polemikler, bu dersi unutmasın.