Türkiye’nin gündemi, spordan siyasete, ekonomiden medya dünyasına kadar uzanan geniş bir yelpazede hiç olmadığı kadar hareketli ve gerilimli günler geçiriyor. Özellikle son oynanan Fenerbahçe-Galatasaray derbisinin ardından yaşanan tartışmalar, aslında ülkedeki genel atmosferin bir yansıması olarak görülüyor. Sahadaki rekabetin ötesinde, verilen ve verilmeyen kararlar, VAR müdahaleleri ve adalet duygusunu zedeleyen anlar, toplumsal gerilimin fitilini ateşleyen unsurlar arasında yer alıyor. Ancak asıl fırtına, yeşil sahaların çok ötesinde, siyasetin derin dehlizlerinde ve vatandaşın cebindeki yangında kopuyor. Gözler her ne kadar günlük tartışmalara çevrilse de, arka planda konuşulanlar ve yaklaşan tehlikeler, sıradan bir gündem değişikliğinden çok daha fazlasını işaret ediyor.
Siyasi kulislerde bomba etkisi yaratan en önemli gelişme, çözüm süreci ve terörle mücadele başlıkları altında dillendirilen iddialarla gün yüzüne çıktı. İktidar partisine yakın eski vekillerden kaynaklanan bilgilere göre, İmralı ile yürütülen temaslarda ortaya çıkan mesajlar, Ankara’daki ittifak ortaklarını doğrudan hedef alıyor. İddialara göre, eğer yürütülen bu "süreç" başarısızlıkla sonuçlanırsa, hem Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) içerisinde hem de Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) içerisinde liderlere yönelik parti içi bir darbe mekanizmasının devreye gireceği konuşuluyor. Bu durum, sürecin sadece bir güvenlik meselesi olmadığını, aynı zamanda iktidar blokunun siyasi geleceğini doğrudan tehdit eden bir şantaj aracına dönüştüğünü gözler önüne seriyor.
Bu siyasi çalkantının gölgesinde, terör örgütünün dağ kadrosundan gelen açıklamalar da sürecin ne denli kırılgan olduğunu kanıtlar nitelikte. Örgüt yöneticilerinin, Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ni açıkça tehdit ederek "teröre yeniden başlarız" minvalindeki söylemleri, "terörsüz Türkiye" hayalinin nasıl istismar edildiğini gösteriyor. Özellikle geçmişte silah bıraktığını veya kendini feshettiğini iddia eden yapıların, bugün yeniden şartlar öne sürerek tehdit diline sarılması, devletin muhatap aldığı aktörlerin samimiyetini ve sürecin işleyiş biçimini sorgulatıyor. Bu noktada, çözümün İmralı'daki isimden ziyade, siyasi arenada demokratik zeminde aranması gerektiği, geçmişteki tecrübelerle sabit bir gerçek olarak öne çıkıyor.
Siyasetin bu denli sıkışmışlığına eşlik eden bir diğer devasa sorun ise ekonomide yaşanan tarihi çöküş. İş dünyasının önemli temsilcileri tarafından yapılan itiraflar, durumun vahametini tüm çıplaklığıyla ortaya koyuyor. Yapılan analizlere göre, Türkiye son 41 yılın, hatta bazı değerlendirmelere göre son 60 yılın en ağır ekonomik buhranını yaşıyor. Bu süreç, sadece bir enflasyon sorunu olmaktan çıkıp, derin bir yoksullaşma ve piyasa durgunluğuna dönüşmüş durumda. İktidarın uyguladığı ekonomi politikalarının, sermayeyi önceleyen ancak geniş halk kitlelerini, emekçiyi ve emekliyi ezen yapısı, bu krizin temel sebebi olarak gösteriliyor. Fiyat istikrarının sağlanamaması ve alım gücünün erimesi, toplumun büyük bir kesimini nefes alamaz hale getirirken, çözüm önerileri kulak ardı edilmeye devam ediyor.
Medya dünyasında da sular durulmuyor. Muhalif medyada yaşanan işten çıkarmalar ve yönetim değişiklikleri, sektördeki daralmanın ve baskının bir sonucu olarak değerlendiriliyor. Gazetecilerin iş güvencesinin kalmadığı, patronaj ilişkilerinin ve siyasi baskıların editoryal bağımsızlığı zedelediği bir ortamda, bazı deneyimli isimlerin görevden alınması veya eleştirilmesi, aslında büyük resimdeki çürümüşlüğü gösteriyor. Öte yandan, fikirleri nedeniyle hapis cezası alan ve aylardır özgürlüğünden mahrum bırakılan gazetecilerin durumu, ülkedeki basın özgürlüğü ve hukuk güvenliği konusundaki endişeleri haklı çıkarıyor. İktidar danışmanlarının hedef göstermesiyle başlayan yargı süreçleri, adaletin siyasallaştığı yönündeki eleştirileri güçlendiriyor.
Geleceğe dair öngörülerde ise dünya genelinde değişen ekonomik ve sosyal modeller tartışılıyor. Teknolojinin ve yapay zekanın hayatın her alanına girmesiyle birlikte, "Dünya Vatandaşlığı" ve "Temel Vatandaşlık Maaşı" gibi kavramlar artık bir ütopya olmaktan çıkıp, zorunluluk haline gelmeye başlıyor. İsviçre gibi ülkelerin pilot uygulamalarla denediği, çalışsın veya çalışmasın her vatandaşa devlet tarafından belirli bir gelir sağlanması modeli, geleceğin dünyasında kaçınılmaz bir sistem olarak görülüyor. Türkiye'nin de bu küresel dönüşüme ayak uydurması, tüketimi kısıtlayarak değil, tam aksine refahı tabana yayarak ekonomiyi canlandırması gerektiği vurgulanıyor.
Sonuç olarak, Türkiye bir yandan siyasi iktidarın bekasını ilgilendiren derin çatlaklarla, diğer yandan vatandaşın mutfağını yakan ekonomik krizle boğuşuyor. Çözümün, tehdit dilini kullanan odaklarda veya halkı yoksullaştıran politikalarda değil; adalette, üretim ekonomisinde ve toplumsal barışı sağlayacak meşru siyasi aktörlerde olduğu gerçeği, her geçen gün daha net bir şekilde kendini hissettiriyor. Gelecek günlerin, bu sıkışmışlıktan kurtuluş için yeni siyasi hamlelere ve toplumsal farkındalığa gebe olduğu aşikâr.