Türkiye'nin yakın siyasi tarihinde sürekli gündeme gelen ve her defasında büyük tartışmalara yol açan kritik bir konu, yıllar sonra bir kez daha ülkenin jeopolitik geleceğini tehdit eden bir risk olarak masaya yatırıldı. Uzman bir analistin yıllar önce kaleme aldığı eserlere dayanarak yaptığı açıklamalar, bir eğitim kurumunun tekrar açılması meselesinin basit bir yasal düzenlemenin çok ötesinde, doğrudan doğruya Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluş belgelerini hedef alan bir hamle olduğunu ortaya koydu. Uzmanın 2007 yılında attığı başlık, konunun sıradan bir dini eğitim kurumu olmadığını gözler önüne seriyor: Bu okulun, "Megali İdea'nın harp okulu" olduğu tezi, meselenin ne denli stratejik bir öneme sahip olduğunu gösteriyor.
Analizler, bu konunun aslında yeni olmadığını ve uzmanın 2007 yılında yazdığı kitabında 2025 yılını işaret ettiğini ortaya koyuyor. Bu öngörüye göre, dünya güçleri Türkiye'ye tam da bu tarihlerde bu meseleyi tartıştırmaya çalışacak. Ancak uzman, bu okulun teknik ve hukuki açıdan açılamayacağını, bunun Türkiye'nin ulusal çıkarları açısından kesin bir kırmızı çizgi olduğunu net bir şekilde ifade ediyor. Zira meselenin özü, Türkiye Cumhuriyeti'nin "tapu senedi" olarak nitelendirilen uluslararası antlaşmalara dayanıyor ve atılacak yanlış bir adımın geri dönülmez sonuçlar doğurabileceği uyarısı yapılıyor.
Ruhban Okulu'nun açılmasını engelleyen temel koşullar, uluslararası antlaşmalar ve ulusal yasalarla belirlenmiş toplam 14 maddelik güçlü bir hukuki dayanağa sahip. Öncelikle, okulun bakanlığa bağlı özel veya resmi bir yüksekokul olarak açılamayacağı, bu durumun doğrudan Lozan Antlaşması'nın 40. maddesi ve ilgili fıkralarına aykırı olduğu belirtiliyor. Ayrıca, okulun mevcut binasının sadece eğitim amacıyla değil, beş ayrı amaçla kullanılması da yönetmeliklere aykırı bir durumu teşkil ediyor. Belki de en kritik hukuki engel, Patrikhanenin, Ruhban Okulu'nun ve rahiplerin tüzel kişiliğinin (yasal kimlik) olmamasıdır. Tüzel kişiliği olmayan bir yapının okul kurucusu, yöneticisi veya öğretmen atayıcısı olamayacağı, hatta "Ekümenik" unvanlı Patrikhanenin bile okul ile hiçbir ilişki kuramayacağı Yargıtay ve Danıştay kararlarıyla sabitlenmiştir. Okulun iç ve dış denetime kapalı olması, mali giderlerinin devlet denetimi dışında tutulması ve hatta okul müdürü ile öğretmenlerinin dini kıyafetlerle dolaşmasının bile yasalara aykırı olması, teknik engellerin sadece bir kısmını oluşturuyor.
Bu teknik ve hukuki engellerin yanı sıra, okulun müfredatında yer alması gereken hayati derslerin eksikliği de bir başka önemli sorundur. Yükseköğrenim kurumlarında zorunlu olan Türkiye Cumhuriyeti, Atatürkçülük ve İnkılap Tarihi, Türk tarihi ve Türkçe gibi kültür derslerinin teoloji bölümünün öğretim programında yer almaması, okulun milli eğitim sistemine uyumu açısından büyük bir problem teşkil ediyor. Daha da önemlisi, istihdam konusuna gelince; okulun aslen mübadele dışında İstanbul'da kalan Ortodoks vatandaşlar için din görevlisi yetiştiren bir azınlık okulu olması gerekirken, gerçekte büyük çoğunluğu Yunanistan ve Kıbrıs'tan özel amaçlarla seçilmiş gençleri eğittiği ileri sürülüyor. Bu gençler, Yunanistan vatandaşı bir rahip müdürün yönetimi altında, Megali İdea özlemlerine uygun olarak yetiştiriliyor ve diploma alanlar başta Amerika Birleşik Devletleri olmak üzere çeşitli ülkelerde metropolitlik, piskoposluk ve patriklik gibi Türkiye karşıtı politika hizmetinde kritik mevkilere getiriliyor. Okulun tekrar açılma sistemi, tüm vatandaşlar için eşit hakları düzenleyen yasalara aykırı bir imtiyaz teşkil etmesi nedeniyle de anayasaya aykırıdır.
Uzman isim, bu kadar ciddi hukuki ve siyasi engellerin bulunduğu bir kurumun ancak belirli şartlar altında açılabileceğinin altını çiziyor. Eğer Patrikhanenin iç ve dış denetimi, müfredata Türkçe ve Atatürkçülük gibi zorunlu derslerin eklenmesi, istihdam ve yabancı öğrenci konularında Lozan'a uygun hareket edilmesi gibi koşullar kabul edilirse, ancak o zaman kapıların açılması gündeme gelebilir. Ancak, asıl büyük tehlike bu koşulların göz ardı edilerek atılacak bir adımdır. Türkiye Cumhuriyeti hükümetlerinin bu hayati meseleye yaklaşımında en küçük bir ihmal bile, ülkenin kaderini değiştirebilecek sonuçlar doğurma potansiyeli taşıyor.
İşte makalenin ve tüm bu tartışmanın can alıcı noktası burada ortaya çıkıyor: Uzmanın kesin uyarısına göre, eğer bu 14 madde ile belirlenen şartlar yerine getirilmeden Ruhban Okulu açılırsa, Türkiye Cumhuriyeti hükümeti, devletin kuruluş senedi olan Lozan Antlaşması'nı kendi eliyle yırtıp atmış olacaktır. Bu durumun yaratacağı boşluk ise korkunç bir domino etkisi başlatacaktır. Lozan Antlaşması'nın ortadan kalkmasıyla, otomatik olarak Sevr Antlaşması devreye girer. Sevr'in devreye girmesi demek, PKK, SDG veya adını ne koyarsanız koyun, bütün bu örgütlerin ve onların destekçilerinin yıllardır istedikleri her şeyin (Kürdistan, Ermenistan ve haritaların) otomatik olarak gerçekleşmesi anlamına gelir. Bu nedenle uzman isim, ister muhafazakar, ister milliyetçi muhafazakar adını ne koyarsak koyalım, Türkiye Cumhuriyeti'ni yöneten hiç kimsenin bu felakete yol açacak bir adıma teşebbüs edemeyeceğini vurgulayarak uyarılarını sonlandırıyor.