Küba, uzun yıllar boyunca sosyalist devrimiyle dünya çapında hayranlık toplayan, tropik plajları, salsa ritimleri ve eğitim- sağlık sisteminin mükemmelliğiyle "rüya ülke" olarak anılan bir ada. Fidel Castro'nun 2016'daki ölümünden sonra, bu parlak imajın yerini derin bir karanlık aldı. Bugün, Küba tarihinin en ağır ekonomik ve sosyal çöküşünü yaşıyor; düşük maaşlar, temel ihtiyaçlardaki kronik kıtlıklar ve kitlesel göç dalgaları ülkeyi adeta bir hayalet diyara dönüştürdü. The Economist'in kapsamlı analizine göre, bu kriz sadece geçici bir sarsıntı değil, sistematik bir çürümenin habercisi. Peki, nasıl oldu da Küba gibi bir ülke, bu denli derin bir uçuruma yuvarlandı? Gelin, bu trajediyi adım adım inceleyelim.
Öncelikle, günlük hayatın temel taşları bir bir eriyor. Elektrik kesintileri artık bir istisna değil, Kübalıların rutininin ayrılmaz parçası haline geldi. Saatlerce, hatta günlerce süren karanlıklar, evleri, hastaneleri ve fabrikaları felç ediyor. Sağlık sistemi, bir zamanlar Latin Amerika'nın gururu olan bu yapı, şimdi ilaçların yalnızca yüzde 3'ünün bulunabildiği bir enkaza dönüştü. Hastalar, basit bir aspirin için bile saatlerce kuyrukta bekliyor; kronik hastalar ise umutsuzca karaborsaya yöneliyor. Ulaşım ise tam bir kaos: Benzin kıtlığı nedeniyle araçlar yollarda terk edilmiş halde duruyor, toplu taşıma neredeyse yok olmuş. İnsanlar, bisikletlerle veya yaya olarak saatlerce yol kat etmek zorunda kalıyor. Bu koşullar altında, hayatta kalmak bile bir mücadele haline gelmiş durumda.
Ekonomik veriler, bu çöküşün boyutlarını gözler önüne seriyor. Devlet çalışanlarının aylık maaşı, inanılmaz bir şekilde 5 ila 14 dolar arasında seyrediyor – evet, yanlış okumadınız, bir fincan kahve fiyatına denk gelen bir ücret. Buna karşılık, temel gıda maddelerinin fiyatları maaşların kat kat üzerinde: Bir ekmek için bile servet ödemek gerekiyor. Sonuç? Birçok Kübalı, günde yalnızca bir öğünle idare ediyor; çocuklar ve yaşlılar en çok etkilenenler arasında. Birleşmiş Milletler Dünya Gıda Programı, acil müdahale için devreye girmiş, ancak bu yardım bile yetersiz kalıyor. Şeker üretimi gibi sembolik sektörler de dibe vurmuş; Küba'nın geleneksel ihracat kalemi olan şeker, tarihin en düşük seviyesine inmiş. Turizm sektörü, pandemi sonrası toparlanamadı; oteller boş, plajlar sessiz. Üstelik, Küba pesosu adeta eriyip gidiyor: Birkaç yıl önce 1 dolara karşı 24 peso seviyesinde olan kur, şimdi 450'nin üzerine fırlamış. Bu hiperenflasyon, orta sınıfı bile yok etmiş; insanlar, aile miraslarını satarak hayatta kalmaya çalışıyor.
Göç dalgası ise bu krizin en çarpıcı yüzü. 2020'den bu yana tam 2,75 milyon kişi – yani nüfusun önemli bir kısmını oluşturan bu kitle – Küba'yı terk etmiş. ABD'ye doğru balıkçı tekneleriyle, Meksika üzerinden karayoluyla veya herhangi bir fırsatı kollayarak kaçanlar arasında doktorlar, mühendisler ve öğretmenler başı çekiyor. Özellikle sağlık çalışanları büyük bir darbe almış: Doktorların yarısından fazlası ülkeyi bırakıp gitmiş. Neden mi? Çünkü yurtdışında çalışmak, burada aldıkları maaştan yüzlerce kat fazla kazandırıyor. Bu beyin göçü, sağlık sistemini iyice çökertmiş; hastanelerde personel bulmak imkansız hale gelmiş. Nüfus da hızla eriyor: Doğurganlık oranı 1,29'a kadar gerilemiş, aileler çocuk yapmayı hayal bile edemiyor. Sokaklar boşalıyor, okullar kapanıyor, toplumun dokusu parçalanıyor. Bu göç, sadece bireysel trajediler değil; Küba'nın geleceğini de tehdit ediyor, çünkü kalanlar arasında umut giderek tükeniyor.
Peki, bu çöküşün kökleri nerede yatıyor? Fidel Castro'nun mirası, başlangıçta eşitlik vaadiyle parıldasa da, şimdi katı bir bürokrasi ve merkezi planlamanın ağırlığı altında eziliyor. Hükümet, özel sektörü hem muhtaç görüyor hem de kontrolü kaybetme korkusuyla engelliyor. Küçük girişimciler, restoran sahipleri veya taksiciler gibi "cuentapropistas" – yani kendi hesabına çalışanlar – ülkedeki tek canlı nokta, ama sürekli değişen düzenlemelerle boğuşuyorlar. Reformcu bir liderlik eksikliği, siyasi baskılar ve dış yaptırımlar, çıkış yolunu tıkamış durumda. Analizlerde vurgulandığı üzere, Küba kapsamlı ve köklü reformlar yapmazsa, "geri dönülmez bir felakete" doğru hızla ilerliyor. Bu, sadece ekonomik bir uyarı değil; sosyal bir patlamanın eşiğinde olduklarının işareti.
Günümüze, yani 23 Kasım 2025'e dönersek, durum daha da vahimleşmiş görünüyor. Son raporlara göre, elektrik kesintileri artık haftanın her günü yaşanıyor ve gıda yardımları yetersiz kalıyor. Göç rakamları, 2025'in ilk yarısında bile rekor kırmış; ABD sınırında Kübalı mülteciler, rekor seviyede bekliyor. Küba hükümeti, bu krizle başa çıkmak için yeni adımlar atmaya çalışıyor – örneğin, özel sektör teşvikleri veya uluslararası yardımlar – ama bunlar yetersiz kalıyor. Bir Kübalı göçmenin sözleriyle, "Burası artık rüya değil, kabus." Bu ifade, milyonlarca insanın paylaştığı bir çığlık.
Bu çöküş, sadece Küba'ya özgü bir hikaye değil; otoriter sistemlerin kırılganlığını da gözler önüne seriyor. Bir zamanlar devrimin sembolü olan ada, şimdi hayatta kalma mücadelesi veriyor. Milyonlarca kişi ülkeyi terk ederken, geride kalanlar umutsuz bir bekleyişte. Acaba, Küba toparlanabilir mi? Yoksa bu, sonsuza dek sürecek bir karanlık mı? Gelecek yıllardaki gelişmeler, sadece adanın değil, tüm dünyanın dikkatle izleyeceği bir sınav olacak. Bu trajedi, bize eşitlik ve özgürlük arasındaki ince çizgiyi bir kez daha hatırlatıyor: Rüya ülkeler de çökebilir, eğer kökler zayıflarsa.