Mehmet Akif Ersoy'un ani tutuklanması, Türkiye'nin medya dünyasını adeta bir deprem gibi sarstı. Yıllarca savaş muhabirliğiyle tanınan, İslamcı kökenli gazeteci, şimdi uyuşturucuyla bağlantılı iddialarla karşı karşıya. Ama bu olay sadece bir bireyin değil, tüm bir "mahalle"nin, yani muhafazakâr-İslamcı medya ekosisteminin derin çatlaklarını ortaya koyuyor. Tutuklama haberleri sosyal medyada ve ekranlarda fırtına gibi eserken, eski dostlar şimdi birbirine diş biliyor. Peki, bu öfke nereden geliyor? Yılların birikmiş kinleri mi, yoksa gerçekten adalet arayışı mı? Olayı yakından inceleyelim, çünkü bu sadece bir gazetecinin değil, Türkiye'nin medya dönüşümünün de bir aynası.
Olayın patlak verdiği gün, Mehmet Akif Ersoy'un evine baskın düzenlendi ve gözaltına alındı. İddialar ağır: Uyuşturucu kullanımı, hatta satışı. Medya koridorlarında fısıltılar yıllardır dolaşıyordu, ama şimdi herkes açıkça konuşuyor. Ersoy'un eski çalışma arkadaşları, rakip ekranlardaki yorumcular, hepsi bir anda "temiz eller" pozisyonuna büründü. "O uyuşturucu kullanıyordu, sattı bile" diyorlar, sanki kendi geçmişleri tertemizmiş gibi. Ama durun, bu hikaye o kadar basit değil. Ersoy, 23 yıl önce Şubat 28 sürecinde İslamcı medyanın sembol isimlerinden biriydi. Channel 7'nin haber bültenlerinde, sakallı bir genç olarak ekrana çıkmış, dönemin baskılarına karşı dimdik durmuştu. O zamanlar, İslamcı mahalle için bir umut ışığıydı; şimdi ise aynı mahalle onu taşlıyor.
Bu çifte standart, medya mahallesinin en acı gerçeği. Hatırlayın, yıllar önce Can Dündar'ın Boğaz'da bir kadın ve bebekle tekne gezisi fotoğrafı çekilmişti. Star Gazetesi manşeti atmıştı: "Su samuru". O manşet, gazetecilik etiğinin dibine vurmuştu. Dönemin SkyTürk editörü olarak o fotoğrafı savunan bir köşe yazarı çıkmış, "Hepimiz su samuruyuz" diye haykırmıştı. Neden? Çünkü en masumun bile ilk taşı atamayacağını biliyordu. Bugün Mehmet Akif Ersoy'a yağan taşlar da aynı: Özel hayatı didik didik ediliyor, ama asıl soru şu: Bu adam gazetecilik yaptı mı, yapmadı mı? Suriye'de, Halep'te, Esad'a karşı Türkiye'nin "jihadist kapısı" olduğu günlerde savaş muhabirliği yaptı. Tehlikenin ortasında, global cihatçıların geçtiği yollarda haber peşinde koştu. O raporlar, Türkiye'nin dış politikasının perde arkasını aydınlattı. Ama şimdi, aynı "mahalle"dekiler unutmuş gibi: "Özel hayatı kirliydi" diyorlar, sanki kendi elleri pırıl pırıl.
Medya mahallesinin bu ikiyüzlülüğü yeni değil; kökleri 1990'lara uzanıyor. İslamcı gençlik, mütevazı kökenlerden geliyordu. Kartal İmam Hatip gibi okullardan mezun olanlar, bürokraside, medyada, siyasette yükseliyordu. Ama yükseldikçe değiştiler. Para, güç, makam... Hepsi birer birer eritti o mütevazılığı. Channel 7'yi düşünün: 1990'ların ikonu, Zahit Akman, Akif Emre gibi isimlerle dolu bir kale. Akif Emre'yi anmadan geçmeyelim; o, vicdanlı bir Müslümandı, uzlaşmazdı, eleştirel duruşunu hiç kaybetmedi. Ama diğerleri? Ahmet Hakan'ı hatırlayın: Sakallı, dindar bir haberci olarak Channel 7'de başroldeydi. Bugün Sabah Gazetesi'nde, farklı bir rolde. Değişim mi? Elbette, insanlar değişir. Ama bu değişim, mütevazılıktan arrogansa, sadelikten lükse bir sıçrama. Habertürk'e geldiğinde Ersoy'un gençlik fotoğrafları var: Mücahit bir aileden, İslamcı mahallenin umudu. Şimdi o mahalle, onu "kirli" diye dışlıyor.
Bu dönüşümün en çarpıcı örnekleri, ekranlardaki isimlerde gizli. İbrahim Karagül'ü alın: TVNet'in patronu, eskiden mütevazı bir İslamcı. Ama şimdi? "Kardeşim, Habertürk'e girdiğimde böyle bir kibir görmedim" diyor bir tanık, "Şoför arkadan takım elbiseyi taşıyor, ben bu dünyayı yarattım havası, Türkiye'nin bu genin patronuyum postürü." Veyis Ateş deseniz, akşam programlarında "alçakgönüllü" rolünde, ama gerçekte? Koruma ordusu, flaşlı arabalar, TMSF operasyonlarında dönen entrikalar. FETÖ'cülerin kalıntıları, yeni güç sahipleri, bakanlara atılan mesajlar... Can Holding operasyonuyla patlak veren kavga, İslamcı mahallede bir iç hesaplaşma. Kimin flaşlı arabası var, kim kimin sırtından zenginleşti? İsimler tek tek yazılıyor, ama utanç? O yok. 1987'de Milliyet Gazetesi'nde yaşlı gazeteciler Sirkeci'de Babıali yokuşunda minibüs beklerdi. Şık giyinirlerdi, ama akşamları iki kadeh rakı içip sohbet ederlerdi. O mütevazı dünya, 1990'larda özel TV'lerin doğuşuyla, AKP'nin yükselişiyle değişti. Bir AKP bürokratının kendi mahallesindeki çocuklarının nasıl bozulduğunu anlatan hikayeler, bugün İslamcı lensle tekrarlanıyor.
Peki, Mehmet Akif Ersoy'un suçu ne? Varsayalım ki özel hayatında hatalar yaptı – ki bu bile masumiyet karinesine göre kanıtlanmalı. Ama gazetecilik mi yaptı? Evet. Suriye'de, Halep'te, o kaosun içinde gerçek haberler çıkardı. Global jihadistlerin Türkiye üzerinden geçtiği dönemde, risk aldı. O raporlar, bugün bile dış politikanın karanlık yüzünü aydınlatıyor. Ama mahalle unutuyor: "O kirliydi" diyorlar, sanki kendileri pak. Hatırlayın Fethullah Gülen takipçilerini: O arrogans, o "biz seçilmişiz" havası. Bugün o cemaatin düştüğü hale bakın. İslamcı mahalle de aynı yolda: Mütevazı gençlikten, milyon dolarlık servetlere, "bu kardeşiniz yüzükle geldi" diye övünenlere. En tepedeki isimler, bürokraside general müdürler, siyasette koltuk sahipleri... Hepsi o mütevazı okullardan. Ama güç zehirledi.
Bu olay, adalet kavramını da sorgulatıyor. "Adalet, ötekinin hakkını kendi hakkın kadar kutsal bilmektir" diyor bir ses, "Gerisi kabilecilik, kimlikçilik." Türkiye bu kabile kavgalarından yoruldu. Birbirimizi sevmek zorunda değiliz, ama hukukumuza bekçilik etmek zorundayız. Öfkemize yenilmemeliyiz; hasım gördüğümüze bile adalet borcumuz var. Mehmet Akif'in tutuklanması, belki bir dönüm noktası. Medya mahallesi, kendi aynasına bakmalı: Su samuru manşetleri atanlar, bugün taş atanlar. Channel 7'nin o ikonik stüdyoları, Boyacıköy'deki beyaz villalar... Oradan çıkanlar nerede? Bazıları vicdanlı kaldı, bazıları kayboldu. Ersoy'un hikayesi, bu kayboluşun bir parçası.
Ama umut var mı? Evet, çünkü gazetecilik ölmedi. O mütevazı kökler, hâlâ bazı isimlerde yaşıyor. Akif Emre gibi, eleştirel duranlar. Ersoy'un Suriye günleri gibi, risk alanlar. Bu tutuklama, belki bir uyarı: Özel hayatı karalayanlar, önce kendi ellerini yıkasın. TMSF süreçlerinde dönen kirli işler, FETÖ kalıntılarının yeni ittifakları, flaşlı arabaların ardındaki entrikalar... Hepsi gün yüzüne çıksın ki, gerçek adalet doğsun. Türkiye, bu medya çürümüşlüğünden kurtulmalı. Yoksa, bir sonraki "su samuru" manşeti, hepimizi boğacak.
Sonuçta, Mehmet Akif Ersoy olayı bir bireyin değil, bir sistemin iflası. İslamcı medyanın yükselişi, 1990'lardan bugüne, para ve güçle zehirlendi. Mütevazı gençlik, arrogans canavarına dönüştü. Ama değişim mümkün: İnsan kalmak, ötekine adalet borç bilmek. Bu kavga bitsin, hukuk konuşsun. Yoksa, Türkiye'nin medya mahallesi, sonsuza dek "su samuru" gölgesinde kalacak.