Kışın en sert günlerinde, kar fırtınasının ortasında bir avuç genç, bayram sabahını kazma kürekle karşılamıştı. O soğuk, o tipi, o donmuş sular arasında, bir ideal için üşümeyi unutmuşlardı. Bu hikaye, sadece bir anı değil; Türkiye'nin eğitim devriminin, aydınlanma mücadelesinin ve korkusuzca çalışmanın manifestosu gibi duruyor. Talip Apaydın'ın kaleminden dökülen bu satırlar, Köy Enstitüleri'nin ruhunu yansıtıyor: Korkaklar mutlaka yenilirler, çünkü korku onları zincirler; ama inananlar, en soğuk bayramı bile coşkuya dönüştürür. Bugün, 24 Kasım Öğretmenler Günü'nde bu öyküyü yeniden hatırlamak, sadece nostalji değil; günümüz Türkiye'sinin karanlıklarına bir ışık tutmak anlamına geliyor. Peki, o gençlerin heyecanı neden susturuldu, aydınlıktan korkanlar kimlerdi ve öğretmenler bu mirası nasıl yaşatıyor? Bu yazı, o unutulmaz bayramın detaylarını adım adım canlandırırken, devrimin yarım kalan hayallerini masaya yatırıyor.
Hikayenin kökeni, 1940'ların Anadolu'suna uzanıyor; tam da Köy Enstitüleri'nin filizlendiği, köy çocuklarının ilk kez kitapla, kazmayla tanıştığı o umut dolu yıllara. Kurban Bayramı, kışın en acımasız gününe denk gelmişti. Eskişehir civarında, papaz harmanı gibi savrulan karlar, göz gözü görmez hale getirmişti ovaları. Çifteler Köy Enstitüsü'nde, öğrenciler ve öğretmenler, donmuş sularla boğuşuyordu. Seydi Suyu, iri buz parçalarıyla akıyor; santral kanalı tıkalı diye elektrikler günlerdir sönük. Akşam seminerlerinde kitap okumak, ders çalışmak imkansız; lambalar usulca sönüyor, pelerinlere sarılıp oturuyorlar ama ısınamıyorlar. Musluklar akmıyor, içme suyu yok; ellerini yüzlerini yıkamak için dere kenarına gidiyorlar. Üç gün bayram izni var ama bu soğukta nereye? Köyü yakın olanlar dönüyor, diğerleri kalıyor. O soğuk, o karanlık, sadece fiziksel bir eziyet değil; bir milletin geri kalmışlığının simgesi gibi.
Bayram sabahı, kampana çaldı ve dışarıda toplanma emri geldi. Başlarını gözlerini sarıp büzülerek çıktılar; kar fırtınası yüzlerine çarpıyor. Müdür Rauf İnan, merdivende bekliyor: Üstünde palto bile yok, elleri arkasında bağlı, boz urbaları içinde bir heykel gibi. Yağız çehresiyle, savrulan karlara direniyor. Onu öyle görünce, öğrenciler pelerin yakalarını indiriyor, ellerini ceplerinden çıkarıyor; utanç mı, ilham mı, karışık bir duygu. Rauf İnan'ın sesi, o heybetli, canlı tonuyla yükseliyor: *“Arkadaşlar!”* diye başlıyor. Önce yılgınlık psikolojisinin zararlarını anlatıyor; korkan insanın muhakkak yenileceğini, korktuğuna uğrayacağını söylüyor. *“Bu hava soğuk evet, fakat siz isterseniz üşümezsiniz,”* diyor. Oldukları yerde sıçramalarını, kuvvetli tepinmelerini istiyor. Dediğini yapıyorlar ve birden ısınmış gibi hissediyorlar; hoşlarına gidiyor bu.
Sonra bayram tebriği geliyor. *“Bugün bayram,”* diyor. *“Şimdi birbirimizi tebrik edeceğiz. Sonra yapacağımız iki iş var: Ya tekrar içeri girip sıralara büzülmek, mıymıntı mıymıntı oturmak, bu üç günü böyle faydasız, hatta zararlı geçirmek, can sıkıntısından patlamak, boşuna içlenmek, üstelik üşümek... Yahut da kazmayı, küreği alıp, santral kanalını temizlemeye gitmek. Emin olun gidenler, kalanlar kadar üşümeyecektir. Çünkü inanarak çalışan insan ne soğukta üşür, ne sıcakta yanar. O; yücelten, dirilten, kuvvetli kılan bir heyecan içinde her türlü güçlüğün üstüne çıkmıştır... Onu hiçbir karşı kuvvet yolundan alıkoyamaz. Yeter ki bir insan yaptığı işin gereğine inansın...”* Bu sözler, bir manifesto gibi; korkaklığın yenilgisini ilan ediyor. Rauf İnan, *“Ben şimdi kazmamı küreğimi alıp kanala gidiyorum,”* diye ekliyor. *“Çünkü kanal açılınca elektriklerimiz yanacak. Elektrik yanınca okulun işleri yoluna girecek. Kitap okuyabilecek, ders çalışabileceksiniz. Sularınız akacak, yıkanabileceksiniz. Size şunu söylüyorum; bizim asıl bayramımız, yurdumuz bu gerilikten, bu karanlıktan kurtulduğu gün başlayacaktır. Şimdilik bize düşen milletçe çalışmak, çok çalışmaktır. Parolamız şu olmalıdır: Bayramlarda çalışırız bayramlar için... Ben gidiyorum. Gelmek isteyenler gelsin...”*
Bu çağrı, altı yüz genci ayağa kaldırıyor. Heyecanlanıyorlar, üşümeleri geçiyor. *“Hepimiz geleceğiz,”* diye bağırıyorlar. *“Bayramda çalışırız bayramlar için! Bayramda çalışırız bayramlar için!”* diye tempo tutuyorlar. Kazma kürekleri koydukları işliğe doğru bir koşuşma başlıyor; savaşlardaki gibi bir canlanma. Santral havuzundan başlayarak, onar metre arayla kanal boyunca diziliyorlar. Çıplak Hamidiye Ovası ayaz, Kırıkkız Dağı'ndan zehir gibi rüzgar esiyor. Pelerin etekleri uçuşuyor, kazma vurdukça buz parçaları yüzlerine fırlıyor. Bazı yerlerde kar her yeri doldurmuş, kanal dümdüz; nereyi kazacaklarını bilemiyorlar. Müdür ve öğretmenler başlarında dört dönüyor, koşturuyor. Öyle çalışıyorlar ki, boyunlarından buğu çıkıyor. Adam boyunda buz parçalarını kucaklayıp çıkarıyorlar kıyıya. Kimisi bağırıyor, kimisi kazmalara tempo tutuyor; bir gürültü, bir coşku kanal boyunca yayılıyor.
Yeşilyurt köylüleri, evlerinin önünden çıkmış, şaşkın şaşkın bakıyor. Böyle çalışmaya alışkınlar ama bayram günü, bu soğukta nasıl donmadıklarına hayret ediyorlar. Köyü yakın olan Azmi, izinli olmasına rağmen bazlama ekmeği taşıyor evlerden; köylü ekmeğini özlemişler, aralarında kapışıyorlar. Yukarıdan aşağıdan sesler yükseliyor: *“Bayramda çalışırız bayramlar için!”* Koca ova çınlıyor; taa uzaktan Hamidiye'nin, Mesudiye'nin köpekleri ürüyor. Ayaz, ovanın ıssızlığını yırtıyor. O gün kanalın yarı yerini açıyorlar; bir buçuk metre derinliğinde, uzun bir çukur karları yararak gidiyor. Ertesi gün taa bende kadar tamamlıyorlar. Sonra merasimle suyu salıyorlar; nazlı bir gelin gibi önünden ardından yürüyerek, türküler marşlar söyleyerek getiriyorlar. Santral havuzuna dönünce, okuldaki "Ç K E" yazısı yanıyor; elektrik gelmiş!
O sevinci tarif etmek zor: Üşümüş eller alkıştan ısınıyor, *“Yaşa var ol!”* sesleri ufukları kaplıyor. Dünyanın en içten bayramı gibi. Bir arkadaş ellerini öpüyor: *“Aferin ulan eller, bu elektriğin yanmasında senin de hissen var, yaşasın...”* Gözler yaşarıyor. Rauf İnan bir tümseğe çıkıyor, başarısını tebrik ediyor; her nokta koyuşta *“Sağol!”* diye bağırıyorlar. *“Şimdi,”* diyor, *“Depomuza su dolacak, banyoyu yakacağız. Yıkanın ve çalışıp başarmış insanların huzuru içinde uyuyun. İşte gördünüz, inanarak çalışan yapar! Amacına ulaşır! Bu heyecanla çalışmaya devam edersek, biz Türkiye’yi de yükseltebiliriz!”* *“Yükselteceğiz,”* diye haykırıyorlar. *“Bayramda çalışırız bayramlar için!”* İçeri girince musluklardan şarıl şarıl sular akıyor; birbirlerini tebrik ediyorlar. Unutulmaz bir bayram yaşıyorlar.
Bu öykü, Talip Apaydın'ın kaleminden çıkmış; Köy Enstitüleri'nin o coşkulu ruhunu, gençlerin korkusuz çalışmasını anlatıyor. O gençler, Türkiye'yi yükselteceklerdi; bayramlarda bile çalışacaklardı, bayramlar için. Ama izin vermediler. Köylünün uyanmasını, büyük kalkınma devriminin Anadolu'ya ışık saçmasını istemediler. Aydınlıktan korkanlar, karanlığın ve geriliğin gücüne sığındılar. Köy Enstitüleri'ni kapatarak, "Büyük Türkiye" idealinin yeşermesine engel oldular. Vermiş olsalardı, o heyecanla çalışmaya devam ederlerdi; ülkemizi layık olduğu yere taşırlarlardı. Bu korkaklık, yenilgiyi getirdi; çünkü korkaklar mutlaka yenilirler. Enstitülerin kapatılması, sadece okulların sonu değil; bir milletin aydınlanma yolunun kesilmesiydi. O gençlerin kazmaları, kürekleri sustu; ama hayalleri, bugün hâlâ yankılanıyor.
Köy Enstitüleri'nin tarihi, Türkiye Cumhuriyeti'nin en parlak sayfalarından biri. 1940'ta kurulan bu okullar, köy çocuklarını eğitmek, üretken kılmak için tasarlanmıştı. İsmail Hakkı Tonguç'un vizyonuyla, teoriyi pratiğe döken, kitapla kazmayı birleştiren bir modeldi. Çifteler gibi enstitülerde, öğrenciler hem öğretmen hem çiftçi hem inşaatçı oluyordu. Ama 1950'lerde, siyasi rüzgarlar değişti; Demokrat Parti iktidarı, "komünist yuvası" diye yaftaladı ve kapattı. Geride kalan, binlerce aydınlanmış genç ve yarım kalan bir devrim. Bugün, 2025'te, o miras hâlâ tartışılıyor; kırsal kalkınmanın anahtarı olarak görülüyor. Araştırmalar gösteriyor ki, enstitü mezunları, Anadolu'da okuma yazma oranlarını yüzde 50 artırmıştı; tarım verimliliğini katlamıştı. Ama korkaklık galip geldi; aydınlıktan kaçanlar, ülkeyi geriye itti.
Günümüzde, bu öykü daha da anlam kazanıyor. Ekonomik krizler, eğitimdeki eşitsizlikler, kırsal göç; hepsi o yarım kalan devrimin bedeli gibi. Öğretmenler, hâlâ o ruhu taşıyor; pandemi döneminde uzaktan eğitimle, deprem felaketlerinde çadır sınıflarla mücadele ediyorlar. Ama sistem, onları yetersiz bırakıyor: Düşük maaşlar, kalabalık sınıflar, idari baskılar. 24 Kasım Öğretmenler Günü'nde, bu yazı bir armağan; vatana, millete, insanlığa yararlı bireyler yetiştirmek için çırpınanlara. Onlar, Rauf İnan gibi korkusuz; *“İnanarak çalışan yapar!”* diye haykırıyorlar içten içe. Peki, bugün o kanalı açacak yeni bir heyecan var mı? Korkaklar hâlâ yeniliyor mu?
Talip Apaydın'ın bu öyküsü, sadece bir bayram anısı değil; bir manifesto. O soğukta üşümeyen gençler, Türkiye'nin potansiyelini gösteriyordu: Birlikte çalışmak, inanmak, korkmamak. Aydınlıktan korkanlar kazandı ama yenilgileri kalıcı değil; çünkü korkaklık, her zaman kendi tuzağına düşer. Köy Enstitüleri'nin ruhu, öğretmenlerin ellerinde yaşıyor; yarınlar, onların ellerinde şekillenecek. Bu 24 Kasım'da, o paroleyi tekrarlama zamanı: *“Bayramda çalışırız bayramlar için!”* Korkaklar yenilsin, aydınlık kazansın.