Modern ekonomi dünyasında, görünürde devasa yapılar yükselirken, bu yapıların temelinde yatan finansal gerçekler çoğu zaman derin bir sessizliğe gömülüyor. Vatandaşın her gün kullandığı yollar, köprüler ve hastaneler, birer başarı hikayesi gibi sunulsa da, bu projelerin arka planındaki karmaşık mekanizmalar toplumun her kesimini yakından ilgilendiriyor. Gelecek nesillerin bütçesine bugünden konulan ipotekler, sadece birer altyapı yatırımı değil, aynı zamanda uzun vadeli bir mali yükün habercisi olarak karşımıza çıkıyor. Saydamlık ilkesinin yerini "ticari sır" kavramına bıraktığı bu yeni düzende, gerçek maliyetlerin ne olduğu sorusu giderek daha fazla önem kazanıyor.
Bu devasa sistemin işleyişinde, devlet ile belirli şirketler arasında kurulan "simbiyotik" ilişki, yani birbirine sıkı sıkıya bağlı yaşama biçimi, her iki tarafın da varlığını sürdürmesini sağlıyor. Özellikle "Yap-İşlet-Devret" modeliyle hayata geçirilen projelerde, kamu bütçesinden tek bir kuruş çıkmayacağı vaadiyle yola çıkılsa da, günün sonunda ortaya çıkan tablo çok farklı bir gerçeği işaret ediyor. Döviz üzerinden verilen geçiş ve hizmet garantileri, döviz kurlarındaki her artışla birlikte vatandaşın sırtındaki yükü katlayarak artırıyor. Bu sözleşmelerin içeriği, halkın temsilcilerinden bile saklanırken, ilgili şirketlerin bankalardan kredi alabilmek için bu gizli belgeleri teminat olarak sunabilmesi, sistemdeki çelişkinin en çıplak halini oluşturuyor.
Özellikle havacılık ve ulaşım projelerinde sıkça başvurulan "21B" olarak bilinen ihale usulü, olağanüstü durumlar için tasarlanmış olmasına rağmen, artık rutin bir uygulama haline gelmiş durumda. Bu yöntemle ihaleler kapalı kapılar ardında, sadece davet edilen belirli şirketlere veriliyor. Rekabetin olmadığı bu ortamlarda yapılan indirimler ise sembolik düzeyde kalıyor. Gazetecilik takibi sonucunda iptal edilen ve açık ihaleye dönüştürülen tek bir projede bile kamunun yüz milyonlarca lira tasarruf edebilmesi, kapalı sistemin maliyetini açıkça kanıtlıyor. Şehir hastaneleri gibi sağlık yatırımlarında da benzer bir tablo görülüyor; sadece bina kiralamakla kalmayıp, röntgen çekiminden temizliğe kadar her türlü hizmet için %70 gibi yüksek oranlarda kullanım garantisi verilmesi, aslında "hasta garantisi" sisteminin fiilen yürürlükte olduğunu gösteriyor.
Kamu kaynaklarının bu şekilde araçsallaştırılması, ihalelerin içerisine eklenen "fantastik" maddelerle daha da karmaşık bir hal alıyor. Bir demir yolu ihalesinin içine lüks makam araçları, fotokopi makineleri ve hatta drone eğitimleri gibi projeyle doğrudan ilgisi olmayan kalemlerin gizlenmesi, denetim mekanizmalarının ne denli felce uğradığını kanıtlıyor. Üst düzey bürokratların, ihaleyi alan şirketlerin özel uçaklarını kullanması ve bunu sözleşmedeki maddelerle savunması, etik sınırların nasıl aşıldığını gözler önüne seriyor. Bu durum sadece merkezi yönetimle sınırlı kalmayıp, yerel yönetimlerde de imar düzenlemeleri karşılığında "kamusal rüşvet" olarak adlandırılan hizmet binaları yaptırılması şeklinde kendine yer buluyor.
Bütçe görüşmelerinde hane halkı transferleri gibi ilgisiz başlıklar altına gizlenen bu devasa ödemeler, 2017'den bu yana yüz milyarlarca liralık bir kaynağın belirli bir kesime aktarıldığını belgeliyor. 2026 yılına kadar sadece ulaşım projeleri için ödenmesi planlanan rakamların 100 milyar lirayı aşması, ekonomik kriz ortamında harcanan her kuruşun hesabının verilmesi zorunluluğunu bir kez daha hatırlatıyor. Geçmişte büyük bir ayıp olarak görülen "devletin malını şahsi çıkarlar için kullanma" anlayışının, bugün sistemli bir yapıya bürünmesi toplumun adalet duygusunu derinden sarsıyor.
Sonuç olarak, "çalıyor ama yapıyor" klişesinin arkasına sığınan bu finansal düzen, aslında her bir bireyin vergileriyle ve ödediği faturalarla finanse ediliyor. Köprüden hiç geçmeyen, hastaneye yolu hiç düşmeyen vatandaşın bile cebinden çıkan paralar, döviz garantili bu devasa çarkın dişlilerini döndürmeye devam ediyor. Bilginin karartıldığı, haberlerin mahkeme kararlarıyla erişime engellendiği bu ortamda, gerçeklerin peşine düşmek ve bu simbiyotik ilişkiyi deşifre etmek, toplumun kendi geleceğine sahip çıkması adına en kritik adımı oluşturuyor.