Türkiye'de yargı sisteminin karmaşık yapısı, her gün yeni bir hikaye doğuruyor. Özellikle basın özgürlüğü ve ifade hürriyeti gibi konular, yıllardır kamuoyunun en hassas noktalarından biri olmayı sürdürüyor. Son dönemde yaşanan gelişmeler, bu tartışmaları yeniden alevlendirirken, bireysel hikayeler üzerinden büyük resim daha net bir şekilde ortaya çıkıyor. Ancak bu hikayelerin her biri, sadece bugünü değil, geçmişteki benzer vakaları da hatırlatıyor ve geleceğe dair umutları sorgulatıyor.
İkinci olarak, Furkan Karabay'ın tahliye süreci, bu karmaşıklığın en çarpıcı örneklerinden biri haline geldi. Yaklaşık 200 gün süren tutukluluğun ardından serbest bırakılan Karabay, ilk görüntülendiği anda adeta şaşkın bir ifadeyle kamerelere yansıdı. Tahliye haberleri her zaman bir sevinç dalgası yaratır, ancak Türkiye'de bu tür kararların uygulanabilirliği konusunda derin bir güvensizlik hâkim. Karabay'ın davası, 2011'den beri süren bir sürecin parçası; insulting the president ve terörle mücadelede görev alan kişileri hedef alma suçlamalarıyla karşı karşıya kalmıştı. Tutukluluk süresi boyunca, mahkeme huzurunda iddianameyi yırtarak protesto etmesi, olayın sembolik bir dönüm noktası oldu. "Bu iddianame, bahis kuponu doldurur gibi hazırlanmış" diyerek yırtıp attığı belge, sosyal medyada hızla yayıldı ve birçok gazetecinin desteğini topladı. Bu eylem, genç yaşına rağmen Karabay'ın cesaretini ve dava dosyasındaki tutarlılığını yansıtıyordu. Ancak tahliye, sadece bir bireysel zafer değil; yargıdaki keyfiliğin bir yansıması olarak görülüyor. Son 10-15 yılda benzer vakalarda, savcı itirazları veya yeni delillerle kararlar iptal edilmiş, bu da kararların "geçici" niteliğini pekiştirmişti. Karabay'ın durumunda ise, siyasi bir boyut devreye girmiş olabilir: Tutukluluk uzadıkça kamuoyu baskısı artmış, idare tarafından "rahat bırakmak" daha mantıklı görülmüş. Bu, Türkiye'de yargının "kişiye özel" işleyişini bir kez daha gözler önüne seriyor.
Bu tahliye haberinin hemen ardından, benzer mağduriyetler yaşayan diğer isimler de hatırlatıldı. Örneğin, akademisyen Barış Atay'ın durumu, Karabay'ın cesaretini gölgede bırakacak kadar trajik. 4 Temmuz'da Leman dergisi önünde yaşanan bir tartışma sırasında, polis memuruyla yaşanan arbedede yaralanma iddiasıyla "kasten yaralama" suçundan tutuklanan Atay, tam 150 gündür cezaevinde. Dava henüz başlamamışken, bu tutukluluk süresi adeta bir cezaya dönüşmüş. Atay'ın hikayesi, 2016'dan beri süren baskıların bir uzantısı; o dönemde imzalanan barış bildirisi nedeniyle akademik hayatı altüst olmuştu. 2017 Şubat'ında üniversiteden atılan Atay, idari mahkemeler yoluyla geri dönme mücadelesi verdi. 21. İdare Mahkemesi lehine karar verse de, 14. İdare Mahkemesi bunu bozdu. En son, Danıştay'ın kararıyla sosyal medya paylaşımları bahane edilerek "bağlılık" gerekçesiyle dönüşü engellendi. Tüm mahkemeler lehine hüküm verse de, sistematik bir engelleme söz konusu. Bu, Türkiye'de akademik özgürlüğün ne kadar kırılgan olduğunu gösteriyor; geçmişte binlerce akademisyen benzer şekilde mağdur olmuş, bazıları yurtdışına kaçmak zorunda kalmıştı. Atay'ın 2025 itibarıyla hâlâ devam eden mücadelesi, 2016 barış bildirisinin 10. yılında bile yankılarını sürdürüyor.
Üçüncü bir örnek ise, hasta mahkûm Enver Yanık'ın dramı. Menemen R Tipi Cezaevi'nde tutulan Yanık, solunum güçlüğü çekiyor; akciğerlerde küçülme ve sertleşme tespit edilmiş, enfeksiyon belirtileri artmış. Buna rağmen hastaneye sevk edilmiyor, tedavi talepleri yanıtsız kalıyor. Bu durum, cezaevlerindeki tıbbi ihmalleri bir kez daha gündeme taşıyor. Geçmişte, benzer hasta mahkûmlar için Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) kararları alınmış, ancak uygulanmasında gecikmeler yaşanmıştı. Yanık'ın vakası, 2020'lerden beri artan hasta mahkûm ölümlerini hatırlatıyor; resmi verilere göre, son beş yılda onlarca vaka rapor edilmiş, STK'lar tarafından "işkenceye varan ihmal" olarak nitelendirilmiş. Bu, yargı sisteminin sadece siyasi davalarda değil, temel insan haklarında da yetersiz kaldığını ortaya koyuyor.
Dördüncü olarak, ünlü futbol antrenörü Fatih Terim'in de dahil olduğu "futbolcu dolandırıcılık" davası, yargıdaki çifte standartı gözler önüne seriyor. Seçil Erzan'a 102 yıl hapis istenmiş ve verilmişken, Terim, Arda Turan, Emre Belözoğlu gibi isimler ve Denizbank yöneticileri beraat etti. Davada, Hakan Ateş ve Mehmet Aydoğdu gibi üst düzey isimler şüpheli görülse de, suçlar Erzan'a yüklenerek dosya kapatıldı. İbrahim Akın, Çağlar, Atilla Baltaş, Volkan Bahçekapılı, Emre Çolak, Ömer Kahraman, Selçuk İnan gibi futbol dünyasından figürler de aklandı. TCK 158. maddeye göre ayrı ayrı yargılanmalarına rağmen, sonuçta "katkı sağlayanlar" sıyrıldı. Bu dava, 2022'de patlak vermiş, ünlü isimlerin "yatırım vaadi"yle milyonlarca euro dolandırılmasıyla gündeme gelmişti. Terim'in oğlu Volkan Bahçekapılı'nın da dahil olması, olayı daha da karmaşıklaştırmıştı. Ancak beraatler, Türkiye'de elit kesimlere yönelik yargı yumuşaklığını eleştirilere yol açtı; geçmişte benzer finansal suçlarda sıradan vatandaşlar ağır cezalar alırken, ünlüler "şüphe yetersizliği"yle kurtulmuştu.
Bu bireysel hikayeler, daha geniş siyasi tartışmalara kapı aralıyor. MHP lideri Devlet Bahçeli'nin Türk'ün gazetesine verdiği röportaj, terörle mücadele ve Kürt meselesi bağlamında yankı buldu. "Terörsüz Türkiye, milli ve tarihi bir hedeftir" diyen Bahçeli, Şırnak'taki Masoud Barzani sempozyumunu "gösteriye dönüştürülen bir utanç" olarak nitelendirdi. Barzani'nin koruma ekibinin uzun namlulu silahlarla dolaşmasını eleştirdi; kırmızı baretler, farklı bayraklar ve tam çevreleme taktikleri, Türkiye'nin egemenliğini sorgulattı. Ancak eleştiri, Barzani'ye değil, izin verenlere yöneltilmeli: Uçakla mı geldiler, hangi gümrükten geçtiler? Silahlar nasıl taşındı? Batı ülkelerinde benzer ziyaretlerde ev sahibi ülke koruma sağlar, misafir ekibi bu kadar özerk olmaz. Şırnak etkinliğinde AKP milletvekillerinin Barzani'ye övgü yağdırması da tepki çekti; "Sana sayesinde Kürdüz" gibi ifadeler, siyasi ittifakların çelişkilerini ortaya koydu. Barzani'nin ofisi, Bahçeli'yi "kurt postuna bürünmüş kurt" diye eleştirdi, ırkçılıktan vazgeçmediği iddiasını dile getirdi.
Bu olay, geçmişteki Kürt açılımı süreçlerini akla getiriyor. 2009-2015 arası hükümetin "demokratik açılım" girişimleri, Bahçeli'nin sert muhalefetiyle sekteye uğramıştı. Barzani'nin 2025 Şırnak ziyareti, o dönemki diyalogları andırıyor; ancak bu kez MHP-AKP ittifakı içinde çatlaklar görülüyor. Bahçeli'nin sözleri, masaya oturanın "terör" olarak görüldüğünü ima ediyor, bu da müzakere zeminini daraltıyor. Araştırmalara göre, son 10 yılda Türkiye'nin terörle mücadele harcamaları 100 milyar doları aşmış, ancak barış süreçleri siyasi iradeye bağlı kalmış. STK raporları, benzer sempozyumların "gösteri"ye dönüşmesini, diplomatik protokol eksikliğine bağlıyor.
Röportajın bir diğer boyutu, MHP içindeki "darbe" iddiaları. Şamil Tayyar'ın "MHP'de Bahçeli'ye darbe" öngörüsü, Abdullah Öcalan'ın sözlerine dayandırılmıştı. Bahçeli, bunu "saçmalık" diye reddetti: "Demokrasi aşığı milliyetçi hareketin darbeci çıkması ironik olurdu." Tayyar, devletin çıkarlarını koruma adına konuştuğunu savunurken, Mehmet Metiner gibi isimler arası polemik büyüdü. Bu, 2023 MHP kongre tartışmalarını hatırlatıyor; o dönemde "değişim" sesleri yükselmiş, Bahçeli'nin liderliği sorgulanmıştı. Bülent Arınç'ın geçmişteki eleştirileri de eklenince, parti içi dinamikler netleşiyor. Tayyar'ın iddiası, askeri darbe değil, iç hesaplaşma olarak yorumlanıyor; eğer "terörsüz Türkiye" başarısız olursa, "darbe mekanizması" devreye gireceği öne sürülüyor. Bu, 1980'ler ve 1997'deki postmodern darbe deneyimlerini çağrıştırıyor, ancak günümüzde daha çok siyasi manevralar hâkim.
Sonuç olarak, bu gelişmeler Türkiye'de yargı, siyaset ve güvenlik ekseninde derin bir sorgulamayı tetikliyor. Furkan Karabay'ın tahliyesi umut verici olsa da, Barış Atay ve Enver Yanık gibi isimlerin mücadelesi devam ediyor. Fatih Terim davası ise adaletin eşit dağılımını sorgulatıyor. Bahçeli'nin açıklamaları, Kürt meselesinde yeni bir döneme işaret ederken, MHP içindeki gerilimler ittifakları zorluyor. 2025'te, bu hikayeler sadece bireysel değil, toplumsal bir dönüşümün parçaları. Kamuoyu, daha şeffaf bir sistem için baskıyı artırıyor; geçmişteki AİHM kararları gibi, uluslararası denetim de rol oynayabilir. Gelecek aylarda, bu tartışmaların nasıl evrileceği merak konusu.